22 Şubat 2014 Cumartesi

BARUT MAYMUNLARI


Geçen yüz yıllarda, bunlar 10-12 yaşlarında, gemilerin topçularına barut taşımakla görevli çocuklardı. Sainte Barbe (Azize Sakal) da denen barut deposu ile top güverteleri arasında mekik dokuyarak, sert deriden imal edilen “gargousse” tabir edilen tek kullanımlık imla hakkı içeren barut torbalarını her dakikada bir taşıyorlardı.

16 Şubat 2014 Pazar

JACQUES BREL - KATEDRAL


QUICHOTTE

                       La Cathédrale
Prenez une cathédrale                                   Bir katedral alın
Et offrez-lui quelques mâts                             Ve ona birkaç direk sunun
Un beaupré, de vastes cales                          Bir cıvadra ve geniş ambarlar
Des haubans et halebas                                Çarmıhlar ve mandarlar
Prenez une cathédrale                                   Bir katedral alın
Haute en ciel et large au ventre                     Gökler kadar yüksek, geniş karınlı
Une cathédrale à tendre                                 Bir katredral basmak için
De clinfoc et de grand-voiles                          flokları ve ana yelkeni
Prenez une cathédrale                                   Bir katedral alın
De Picardie ou de Flandre                              Picardie’den veya Flandr ülkesinden
Une cathédrale à vendre                                Bir katedral satmak için
Par des prêtres sans étoile                             Yıldızsız papazlar tarafından
Cette cathédrale en pierre                              Bu taştan katedral
Qui sera débondieurisée                                Ruhanilikten sıyrılmış olacak
Traînez-la à travers prés                                Çayırlarda çekiştirin
Jusqu'où vient fleurir la mer                            Ta ki deniz çiçeklenene kadar
Hissez la toile en riant                                     Gülerek hisa edin ana yelkeni
Et filez sur l'Angleterre                                     ve Yürüyün İngiltere’ye
L'Angleterre est douce à voir                         İngiltere seyredilmek için yumuşak
Du haut d'une cathédrale                               Bir katedralin tepesinden
Même si le thé fait pleuvoir                            Çay yağmur yağdırsa da.
Quelqu'ennui sur les escales                         İskelelerde bazı sıkıntılar
Les Cornouailles sont à prendre                    Corwall’ler kaybedilmek için
Quand elles accouchent du jour                     Günden gebe kaldıklarında
Et qu'on flotte entre le tendre                         Bu yumuşaklık arasında yüzülür
Entre le tendre et l'amour                               Yumuşaklık ve aşk arasında
Prenez une cathédrale                                               Bir katedral alın
Et offrez-lui quelques mâts                            Birkaç direk verin
Un beaupré, de vastes cales                          Bir cıvadra ve geniş ambarlar
Mais ne vous réveillez pas                             Ama uyanmayın
Filez toutes voiles dehors                              Bütün yelkenleri açın
Et ho hisse les matelots                                  Ve ho tayfaları gönderin
A chasser les cachalots                                   Kaşalotları avlamaya
Qui vous mèneront aux açores                       Sizleri Azorlara yönlendirecek
Puis Madère avec ses filles                            Sonra kızlarla Madeira
Canarian et l'Océan                                        Kanaryalar ve Okyanus
Qui vous poussera en riant                            Gülerek sizi itecek
En riant jusqu'aux Antille                                Gülerek Antillere kadar
Prenez une cathédrale                                               Bir katedral alın
Hissez le petit pavois                                      Küçük flamayı basın
Et faites chanter les voiles                              Ve yelkenlere şarkı söyletin
Mais ne vous réveillez pas                             Ama uyanmayın
Putain, les Antilles sont belles                        Kaltak, Antiller güzel
Elles vous croquent sous la dent                    Dişlerinizin arasında çıtırdıyor
On se coucherait bien sur elles                      Tabii onların üzerinde yatılacak
Mais repartez de l'avant                                  Ama baş yandan yola koyulun
Car toutes cloches en branle-bas                   Çünkü bütün çanlar kargaşada
Votre cathédrale se voile                                Katedraliniz peçesini açıyor
Transpercera le canal                                     Kanalı delecek
Le canal de Panama                                       Panama kanalını
Prenez une cathédrale                                               Bir katedral alın
De Picardie ou d'Artois                                   Picardie veya Artois’dan
Partez cueillir les étoiles                                 Yıldızları toplamaya gidin
Mais ne vous réveillez pas                             Ama uyanmayın
Et voici le Pacifique                                        Ve işte Pasifik
Longue houle qui roule au vent                      Uzun dalga rüzgârda yuvarlanan        
Et ronronne sa musique                                 Ve mırıldanan
Jusqu'aux îles droit devant                             Tam karşıdaki adalara
Et que l'on vous veuille absoudre                   Ve aklanmanızı istiyoruz         
Si là-bas bien plus qu'ailleurs                         Orada veya başka yerde
Vous tendez de vous dissoudre                     Erimek için eğiliyorsun
Entre les fleurs et les fleurs                           Çiçekler ve çiçekler arsında
Prenez une cathédrale                                               Bir katedral alın
Hissez le petit pavois                                      Küçük flamayı basın
Et faites chanter les voiles                              Ve yelkenlere şarkı söyletin
Mais ne vous réveillez pas                             Ama uyanmayın
Prenez une cathédrale                                               Bir katedral alın
De Picardie ou d'Artois                                   Picardie veya Artois’dan
Partez pêcher les étoiles                                Yıldız avlamaya gidin
Mais ne vous réveillez pas                             Ama uyanmayın
Cette cathédrale en pierre                              Bu taşatan katedral
Traînez-la à travers bois                                 Onu koruluklarda çekiştirin
Jusqu'où vient fleurir la mer                           Taa ki deniz çiçeklenene kadar
Mais ne vous réveillez pas                             Ama uyanmayın
Mais ne vous réveillez pas.                            Ama uyanmayın
BREL-BRASSEN

13 Şubat 2014 Perşembe

KAMARASIZ - AMBARLI TEKNELER

Genel olarak “tekne” deyince akla gelenler ilk ayrımda motor veya yelken teknesi olarak ayrışıyor. Gönlümde motor teknelerinin de ayrı bir yeri olmakla birlikte biz yine de yelken teknelerini konuşalım.

2006 yılında fuarda standımı ziyaret eden ziyaretçilerin doldurması için kısa bir anket düzenlemiştim. Sonuçları teorik ve gözleme dayalı bilmeme rağmen yine de ete kemiğe bürünmüş olarak görmek şaşırtmıştı.  Formu dolduranların büyük çoğunluğu motorlu tekneyi yelken teknesine tercih ediyordu. Her iki grup da ille kamara ve muhakkak kapalı bir tuvalet mümkünse duş istiyordu. Tuvaletin yanında mutfak neredeyse keyfe keder kalıyordu. Yine her iki grupta da olmazsa olmazların başında geniş, çok kişinin oturabileceği bir havuz yine önemli kıstaslardan biriydi.

Kaç metre bir tekne düşünürsünüz? Sorusunun cevabı daha bismillah 15 metreden başlayabiliyor, tekneler ve hacimleri konusunda ne kadar afakî bilgiyle dolu olduklarını gösteriyordu.

Seçimini yelken teknesinden yana yapanların neredeyse tamamı hem cenoa’da hem de ana yelkende sarma sistemini hayati buluyorlardı. Sonradan anladım ki güverte üzerinde çalışmayı güvenli bulmuyor, korkuyor, her şeyi havuzdan kontrol etmek istiyorlardı.

Aranan tekne boyu hakkında yeterli ve oluşmuş fikir yoktu. Genel olarak ya arkadaş veya tanıdığın teknesinin eş boyu veya daha büyüğü hedefe konmuştu. Yelken teknesi için bilgi ve donanımın çok da önemli olmadığını, teknolojinin artık çok geliştiği ve tekne kullanmak için çok bir bilgiye gerek olmadığı, bir ehliyet almanın hiç de zor olmadığını, hatta sınavlarda zayıf olanlara yardım edilip ille de ehliyet sahibi yapıldığı sıkça tekrarlanan ve gerekliliği hiç önemsenmeyen bürokratik bir gereksizliktir.

Yine fuarı dolaşan, gün sonunda kucağı broşürlerle dolu evinin yolunu tutanların hedefledikleri teknelerde “denizcilik vasıfları” teknelerin sunduğu lüksün yayında çoktan kâle alınır olmaktan çıkmıştı.

Yıllar içinde konuyla ilgili olanlar kendilerini geliştirdiler, ellerindeki bütçenin müsaade ettiği kadar teknelere bakmayı öğrendiler. Çoğu ise aylık tekne dergilerinin pompaladığı asla erişemeyecekleri lüks “yacth”ların resimlerine bakıp hayal kurmaya devam ediyorlar.

Bu güne kadar yaptığım belli başlı teknelerin hepsi kamaralıydı. Tasarım tekniği olarak kamaralı teknelerde bir havuz var. Bazı tasarımlarda bu havuz geniş ve ferah olabilir bazı tasarımlarda ve özellikle uzun yol, açık deniz teknelerinde olabildiğince küçük hatta rahatsız olur. Her iki halde de teknede yolculuk edenler tasarımın müsaade ettiği bu havuz içinde oturmaya mahkumlar. Müsait havalarda güverteye veya kamara üzerine çıkılabilir, oturulabilir. Ama önünde sonunda havuz kadar güvenli olmayan şuradan buradan kendini güvenceye alacak şekilde tutunduğun, kolunu bacağını doladığın düzlem bir alandır güverte veya kamara üzeri.
Bu da beni her nedense fazlasıyla  rahatsız ediyor. Küçücük bir teknenin bile aslında kocaman olan iç hacmini bir güverte ve kamara binası ile kullanımımıza kapatıveriyoruz. Kamaranın amacı nedir?  Kötü hava şartlarından, soğuktan, yağmurdan, kardan korunmak.  Tuvalet ihtiyacını giderirken mahremiyetin korunması. Kapalı bir ortamda ve yatakta yine mahremiyeti koruyarak yatabilmek. Başka? Bütün bunları sağlayan ve fakat tekne genel hacminin ortalama 4/5ini de yutuveren bir bina. Açıkçası bana hiç de mantıklı ve akıllıca gelmiyor.
Bir de yüzyıllardır uygulanan tulum ambarlı iş teknelerine bakalım: Teknenin boyu ne olursa olsun baş ve kıç tarafta kısa veya uzun birer güverte. Teknenin boyuna bağlı olarak orta tarafta bir, iki veya daha fazla kemere hattında oturak veya “hiç” oturak. Teknenin içinde farşlar üzerinde ayağa kalkındığında makul ve güvenli bir yükseklikte küpeşte. Eğer ortada oturak yoksa iki güverte arasında kocaman bir boş hacim.
Tekne yelkenli ise, kamaralı teknelerdeki güverte üzeri güvensizliğin tam tersine aşırı bir güven duygusu ile teknenin içinde direk ve yelken ile ilgili her türlü işlemin ister oturarak ister ayakta rahatça yapılabilmesi.

Tekne boyu 6 metre üzerinde ise ortadaki tulum ambar boşluğuna bir masa ve birkaç sandalye konulabilme olanağı. Baş ve kıç güverte altlarının geniş ambarlar olarak kullanılması. Bumba üzerine atılacak sağlam bir branda ile tulum ambarın, en az kapalı bir kamara kadar korunaklı olmasının sağlanabilmesi. Tekne boyu daha büyük ise baş güverte altının yatacak yer olarak da kullanılabilmesi.
Evet, bu tip teknelerde tek derdimiz kapalı bir tuvaletin olmaması ki o da ne kadar geleneksel denizci olduğunuza bağlı.
Kamaralı teknelerde ıslanma derdimiz yok. Tulum ambar teknelerde sert havalarda serpintinin tekne içine girmesi veya içeriyi ıslatma olanağı göz ardı edilemez. Bunun için de ambar ve baş güverte birleşim hattına monte edilecek makul bir serpinti körüğü ıslanmayı da asgari seviyeye indirecektir.

Kamaralı ve korunaklı bir tekne ile açık denizde çok daha güvenli seyir yapabiliriz. Ama tulum ambar teknede de uygun havayı kollayarak aynı seyir şansını yakalayabiliriz. Bu işi yüzyıllardır tulum ambar teknelerle yapanların canı yok muydu? Su alan ambar sintine pompasına bolca çalışma olanağı verecek, süs olmaktan çıkaracaktır.


Bütün bu aşırı uçlardaki fikir ve uygulamaları yazdığımda dostlarım beni “mazoşist” olmakla, çağın bize sunduğu teknik kolaylıkları neden kullanmayıp kendimize eziyet edercesine denizcilik yapmamızı savunduğumu soruyorlar. Zaman içinde keyfimiz ve lüksümüz için terk ettiğimiz ve artık neredeyse hiç kullanılmayan tulum ambarlı tekneleri yeniden deniz yaşamına katmanın gereğine inanıyorum. Böylece her tarafı ve her bir aygıtı aslında bizi alışık olduğumuz “kara yaşamından” kopartmayan, (denizde’ymişcesine) duygusu veren çağdaş tasarım oyuncaklardan kendimizi sıyırıp daha geleneksele yaklaşıp denizi daha doğru yaşayacağımıza inanıyorum.

Resimlerin tamamı AN DURZUNEL teknesine aittir. Güverte boyu 6.60mt eni 2.55mt dir.

10 Şubat 2014 Pazartesi

HAYALİNİ KURDUĞUMUZ (!?) ÇEKİLMEZ HAYAT

Yelkenli gemilerde günlük hayat çok sertti, bizim bugün hayal edebileceğimizden çok daha sert. Son üç yüz yılın önder deniz gücü İngiltere’ydi, o nedenle Royal Navy’deki koşullar özellikle ilgiye değer.

Denizci bulmak büyük sorundu. Dünyanın her köşesinde görev yapan İngliz Donanması için büyük bir sorundu bu. Sadece, Napolyon savaşları sırasında sürdürülen Fransız limanlarının ablukası için gereken denizci sayısı dahi çok yüksekti. Donanma askere alınacak adam bulabilmek için, bu adamları liman meyhanelerinde tuzağa düşürüp zorla gemilere getiren çetelere para ödüyordu. Bu çeteler adamları yataklarında uyurken derdest edip alıyor ya da kilise kapısında ayin sonrasında yakalayıp zorla gemilere taşıyorlardı. Başka bir metot da tecrübeli denizcileri ticaret filosundan çalmaktı. Bazen İngiliz Donanmasına ait bir gemi bir İngiliz Ticaret gemisine saldırıp mürettebatın bir kısmına el koyabiliyordu. Buna benzer olaylar başka ülke donanmalarında da görülüyordu. Avrupa ve Amerika ticaret filolarında ise, bahsettiğimiz bu saldırıları bir kenara koyarsak, denizci sıkıntısı yaşanmıyordu.
Kendi isteği hilafına, bir anda, yıllar sürecek bir sefer için denize açılmış bir yelkenlide bulunan bir adamın başına neler geliyordu?

Meyhaneye giderken üstünde olanların dışında bir şeyi olmazdı tabii ki. Gemide bir üniforma da verilmezdi. Denizciler o zamanlar üniforma giymezlerdi. Yelken diken ustalar ona derisini zımparalarcasına tahriş edecek sert kumaştan bir pantolon ve bir de ceket dikerlerse kendini şanslı saymalıydı. Haftalar geçip üzerindekiler kokmaya başladığında ne yapmak zorunda kalıyordu denizci?  Teknelerde mürettebatın idrarının toplandığı bir fıçı olurdu. Bu fıçı çamaşırı ağartmak için kullanılırdı. Kirli çamaşır önce bu idrar fıçısına sokulur daha sonra yıkama teknesine, birkaç kere deniz suyuyla durulanırdı. Sonrasında kuruyan kıyafetleri denizciler kuvvetle silkeleyerek Üzerlerindeki tuz kristallerinden arındırmaya çalışırdı.

Tabii ki Gentlemen olarak nitelenme şansı olmayan bu insanlar sonuna kadar kullanılıyordu. Ufak tefek hatalar dahi kırbaçla cezalandırılıyordu. İçme suyunun kalitesi genellikle kötüydü, yola çıkıldıktan birkaç hafta sonra kokmaya başlardı. Bu nedenle İngiliz Donanmasındaki herkese sulandırılmış bira ve rom veriliridi. Amiral Nelson döneminde (1758-1805) her deniz askerine her gün iki çeyrek pinte  0,142Litre) rom veriliyordu ki bu da günde toplam çeyrek litre  demekti. Talimatlara göre bu rom bire beş oranında suyla inceltilmeliydi. Talimata gerçekten uyulur muydu, bunu bilmemize imkân yok ama ciddi şüphe ile karşılayabiliriz.
Yiyecek olarak sadece kuvvetle tuzlanmış et, kurutulmuş bezelye, gemi peksimeti ve sert peynir verilirdi. Kurtçuk, solucan ve tenyalar mönüye dâhildi. Gemi peksimeti iki kere pişirilmiş ekmekten başka bir şey değildi ve son derece kuru olup hiç yağ içermezdi. Bu nedenle tenyalar ve hububat böceklerinin ettikleri dışında neredeyse sonsuza kadar bozulmadan kalabilirlerdi. Bu nedenle gemicilerin ilk öğrendikleri taş gibi sert peksimetlerini gemi tahtalarına vurup böceklerin dökülmesini sağlamaktı.

Denizciler arasında en sık görülen ölüm nedeni deniz kazaları ya da savaşlar değil hastalıklardı. Tekneye tıkılmış bu adamlar aralarında her iki ya da üç kişiden  birinin seferin sonunu  göremeyeceğini biliyorlardı. Taze et, taze sebze ve taze meyve gemilerde bulunmazdı. Ancak 1795’ten sonra iskorbüte karşı denizcilere limon veya limon suyu dağıtılmaya başlandı ve bu tarihten itibaren sonradır ki İngiliz yelkencilere Limeys(Limonlar) denmeye başlandı. Ve Almanların ismi de vitamini bol lahanayı ilk olarak onlar fıçılara basarak sakladıkları için Krauts (Lahanalar) oldu.

Bütün bunlara ek olarak sık sık yıllarca maaş da alınamadığı oluyordu. İngiliz Donanmasında maaşların 1653 ile 1797 yılları arasında hiç artmadığı bir yana donanma bu maaşları da ödeyemeyecek durumda olurdu. Savaşlar çok pahalıya patlıyordu. Mürettebatının on beş yıl boyunca maaş alamadığı gemiler vardı.

9 Şubat 2014 Pazar

EFSANE NORVEÇ SAHİL GÜVENLİK






HER ŞEY KUYRUKLU BİR YALANLA BAŞLADI

(Takribi 1251 ila 1900)

Ve siz bana adı geçen gemide yüzden fazla hacı taşımayacağınıza ve bu hacıların arasında hiçbir şekilde kadınların olmayacağına dair söz veriyorsunuz” Cenova Liman kenti yönetiminin 1251 yılında gemi kaptanlarına verdiği bir talimat böyleydi. 1731 yılında dünyanın en büyük denizci ulusu, Büyük Britanya, Queen’s Regulationsand Admiralty Instructions (Kraliçenin Nizamnameleri ve Amirallik Talimnameleri) isimli kurallar manzumesini yayımladı. Burada kaptanlara ve gemi komutanlarına teknelerinde kadın taşımaları kesinlikle yasaklanıyordu. (not to carry any women to Sea)

Kadınların gemilerden dışlanmasının uzun bir geçmişi vardır. Hollanda, Fransa, Hamburg ya da İsveç bayrağı taşıyan gemilerde de kadınlara teknelerde seyahat kanunen yasaklanmıştı. ( Wiewweröck an Boord- bringt Stried un Mord) Flamancada bu söz aşağı yukarı şöyle tercüme edilebilir: Teknede avrat donu-kavga ve cinayettir sonu- Burada kastedilen aşağı sınıftan kadınlar ve orospulardı, çünkü kaptanların ve subayların eşleri tarafından ziyaret edilmesine izin veriliyordu.

Bu kurallar İmparatorluğun âli çıkarları gerektirdiğinde, mesela savaş zamanlarında gözardı edilebiliyordu da. Britanya donanmasının 1807 yılındaki Annual Register’ında (Yıllık Kayıt Defteri) okuyanları şaşkınlığa düşürecek şekilde kadın isimleri görülmektedir. Bu kadınlar Birinci Napoleon Savaşları (1803-1806) sırasında gemilerde barut taşımak üzere çalıştırılmışlardı, fakat bu iş için maaş alamıyorlardı ve bu nedenle de tayfa defterlerinde isimleri geçmiyordu.
Hatta 1812 yılında savaş gemisi Indefatigable’in komutanı John Fyffe işi, verdiği talimatlarda emrindeki kadınlara direkt hitap etmeye kadar vardırdı: “Gemide bulunan kadınlar gemiyi haftada iki gün. Pazar kurulan günlerde terk edebilirler. Eğer diğer günlerde gemiden inecek ya da herhangi başka bir şekilde gemi kurallarına aykırı hareket edecek olurlarsa sakın ola geri gelmesinler”

1801 yılında Lord Nelson’un söylediği şu cümle de pek meşhurdur: “Pazar günü bütün kadınlar, köpekler ve güvercinlerle vedalaşacağız ve tavuklar uyandığında, umuyorum ki biz yelkenlerimizi açmış Torbay yolunda olacağız”

Kalabalık alt sınıfın kadınları (Not real woman) Avrupa ve Amerika’nın denizci uluslarının gözünde hep gelişmemiş yaratıklar olarak görülmüşlerdi. Onlar erkeklerin yaptığı bedeni işleri işleri beceremiyorlar, ruhsal olarak da zayıf kabul ediliyorlardı. Kadınlara biçilen rol çocuk doğurmalarıydı, çünkü çocuklar hem emekli maaşı ve hem de ihtiyarlıkta bakım görmenin sigortasıydılar.

Ama aşağı tabakanın erkeklerinin de pek fazla değeri yoktu. 1750 yılında bir gemi 300 denizciyle uzun bir deniz yolculuğu için yola çıktığında bu adamların sadece yarısının geri döneceği hesaplanırdı. İsmi bile bilinmeyen hijyen, sağlıksız beslenme, iskorbüt, dizanteri, zührevi ve tropik hastalıklar mürettebatı hızla kırıyordu. Bunlara ek olarak denizcilerin pek azı yüzme bilirdi.

Neden kadınlar gemilerde istenmiyordu? Neden gemide kadın uğursuzluk getirirdi? Neden sorumlu tutuluyorlardı fırtınalardan ve batan gemilerin kaderinden? Birçok konuda – özellikle de 16. Ve 18. Yüzyıllar arasında denizcilikte - hâkim olan hâlâ Orta Çağ mantalitesiydi. Mitlere, cadılara ve hurafelere inanç sürüyordu.

“Teknede kadın uğursuzluk getirir” hurafesi bir mit haline gelmişti. Denizle alakasız toprak insanları da buna inanıyorlardı çünkü onların dünyasında da benzer mitler vardı: Bir boyahanede yeni bir boya kazanı hazırlandığı zaman içeriye kadın girmesin diye kapı sürgülenirdi, çünkü kadınlar boyayı bozabilirdi. Balıkçılar kadınların teknelerine binmesine izin vermezlerdi çünkü bu onların balık kısmetini kapatırdı, bazı balıkçılar karılarının ağlarına bakmasını bile yasaklardı. Kadınlar keza rüzgarsızlığı, fırtınaları ya da ters rüzgarları davet edebilir ve cadı büyüleriyle gemileri batırabilirlerdi.

Denizciye hayırhah olan tek bir kadın vardı, deniz kızı. Uzun saçları ve dolgun göğüsleriyle baştan çıkaracak kadar güzeldi denizkızı. Denizcinin en arzu dolu rüyalarındaki eşiydi. Ama onunla seks mümkün değildi çünkü karnından başlayarak aşağı doğru bir balık gövdesine sahipti ve el sürmek mümkün değildi ona. Deniz kızları denizcilere karşı çoğunlukla dostane duygulara sahiptiler ve onlara fırtınaları haber verirlerdi. Denizkızı, nitelikleriyle cadı kavramının tam zıddıydı.
Gemilerde batıl inançlar, hurafeler, salamura etteki kurtçuklar kadar çoktu. Cumanın, hele hele bir de ayın 13 ise uğursuz gün sayılması sadece biriydi hurafelerin. Gövdenin yeşile boyanması da uğursuzluk getirirdi, geminin adını değiştirmek de, sancağı yıkamak da. Tavşan anlamına gelen rabbit kelimesinin söylenmesi İngiliz gemilerinde kesinlikle yasaktı. Gemide papaz, misyoner, tanrıtanımaz, avukat veya bir suçlu olması da uğursuzluk getirirdi. Gemide kadın olduğunda ücretlerini almak istemeyen denizciler vardı. Muhakkak ki kadınlara karşı değillerdi- tek istedikleri onların gemilerine ayak basmamalarıydı.
Bir geminin başını belaya soktuğuna, batıl inançlar adına inanılan semboller, kavramlar, kişiler ve davranışların listesi Arabın yayellisi gibi uzayıp gidiyordu. Navigasyondaki belirsizlik ne kadar büyükse bütün bu batıl inançlar da o derece yaygındı. 300 yıl öncesinde navigasyon için denizcilerin elinde, doğanın gözlemlenmesi ve geride bırakılmış mesafe, rota, düşme ve akıntı göz önüne alınarak bulunan mevkiinin tahmin edilmesinden başka neredeyse hiçbir şey yoktu. Pusula, parakete, sekstantın öncülü olan oktant gibi aletler sıhhatli çalışmıyordu ve zaman ölçümü hiç de hassas değildi. Deniz haritalarına güven duymak da mümkün değildi. Yelken manevraları uzun sürerdi, teknelerin yelken kabiliyetleri modern yatlarla karşılaştırıldığında berbattı. Denizciler o dönemlerde, her an karaya sürüklenmenin ve tekneleriyle beraber denizin dibini boylamanın korkusuyla yaşıyorlardı.

Gemilerde kadınların olmasının uğursuzluk getireceği sadece bir hurafe, bir boş inançtan ibaret de değildi aslında. Uzun seyirler sırasında, bu kapalı erkek toplumlarında kadınlar olduğunda denizciler arasında kolaylıkla kavga ve kıskançlık ortaya çıkabileceği biliniyordu. Bunun sonu kaos ve isyana kadar varabilirdi ve kesinlikle önünün alınması gerekirdi.

Netice olarak su içinde katmerli, kuyruklu bir yalandı denizcilikte kadınlarla ilgili söylenenler. Çünkü belanın, şanssızlığın müsebbibi kadınlar değil, tam tersine erkeklerdi, kadınlar olnalarla beraber seyahat ettiğinde nasıl hareket edeceklerini bilmeyen erkekler. Huzursuzluğa ve belaya neden olan kadınlar değil erkeklerdi.

Denizde Günah
Klaus Hympendahl

GEMİLER & KADINLARI

Büyük yelkenliler döneminde gemiler onları kullanan erkekler tarafından hep dişil varlıklar olarak görülmüşlerdi.  Kaptanlar gemilerine “benim kızım” derlerdi ve gemideki herkes bir kadından söz eder gibi konuşurdu onun hakkında. Bu ezelden beri böyle değildi gerçi, ama daha Ortaçağ'ın sonlarından başlayarak teknelere neredeyse sadece kadın adları verildi. Örneğin bilindiği gibi Colombus’un keşif gemilerinin isimleri Nina- Pinta ve Santa Maria’ydı.

Eski Mısırlılar için gemiler şans getiren dişil varlıklardı. Antik Yunan dünyasında da gemilerin isimleri kadın isimleriydi, Yunanlılar gemilerine tanrıçaların isimlerini vermeyi severlerdi, küçük teknelere de yarı tanrıçaların.

Orta Çağda bunların yerini azizlerin isimleri aldı. Ama bunların yanında hayvan isimleri ve mitolojiden alınma adlar da kullanıldı.

Bu gelenek Avrupa’da Protestanlığın gelişimi ile değişime uğradı. Gemilere yine kadın isimleri verilmeye başlandı, kaptan ya da gemi sahibinin karısının veya kızlarının isimleriydi bunlar çoğunlukla. Böylece kadınların gemileri isimlendirerek, tabii ki kendi isimlerini, kızaktan indirmesi geleneği oluştu. 1811 yılında İngiliz Hükümdarı askeri gemilerin 
Kadınlar tarafından isimlendirilip kızaktan indirilmesini mecburi hale getirdi. Hiç kimse bir denizci kadar batıl inanışların esiri olamazdı. Bir geminin isminin değiştirilmesinin uğursuzluk getirdiğine inanırdı denizciler ve bu nedenle “kadınların isminin değişmesini istemezlerdi”.

İngilizcede bir gemiden söz ederken dişil “she” zamiri kullanmak doğaldır. Söz konusu olanın klasik bir yelkenli gemi, bir ticaret gemisi ya da bir yat olması hiçbir şey fark ettirmez. Sadece savaş gemileri eril “he” zamiri ile tanımlanır. (Eskiden man of war, bugün warship). Diğer taraftan Fransızlar için gemileri erildir.  Dönemin büyük yolcu gemilerinden La France  bu şekilde adlandırıldığında  ciddi ciddi kafa yorulmuştu gemiyi Le France şeklinde mi adlandırmak gerekir diye.

Niçin genel olarak gemiler dişil varlıklar olarak görülürler?

Bir gemiye tıpkı bir insan gibi büyüyen, olgunlaşan bir varlık olarak bakılırdı. Herkes geminin tersanede nasıl yavaş yavaş oluştuğuna şahit olurdu. Bir geminin tersanede oluşması için gereken zaman sıklıkla bir bebeğin ana karnında geçirdiği zamana denk gelirdi. Bugün dahi klasik yöntemlerle çalışan gemi yapımcılarını, sanatlarını icra ederken izleme fırsatı bulursanız gemilerin “dişilliğini” çok daha iyi anlayabilirsiniz. Özellikle ahşap gemi yapanlar teknelerinin hatlarına büküm verirler. Büküm, teknenin eğim verilmiş çizgilerinin, örneğin güverte çalımının veya su hattının kusursuz bir kıvrım yapmasıdır. Gemi yapımcısı bu iş için eğip bükebileceği özel büküm lataları ve en uygun kıvrımı sağlayabilmek için büküm ağırlıkları kullanır.

Gemi yapımcısı tekrar tekrar bırakır elindeki işi ve uygun bir mesafeye geri çekilip ona uzaktan bakar, çeşitli açılar ve uzaklıklardan verdiği kıvrımları inceler, sonra değiştirir, ölçer biçer ve neredeyse sevgiyle okşarcasına gezdirir elini o kıvrımların üzerinde.

Belki de kıvrımla oynanan bu oyundur denizcilere bir kadının kıvrımlarını anımsatan. Bir Amerikan yelken dergisinin başyazarı teknelerden bahsederken “kıvrımlar senfonisi” kavramını kullanmıştı.

Evlerin ve diğer yapıların aksine gemilerde çok miktarda yuvarlak, yuvarlatılmış veya bombe verilmiş hat vardır. Bu büyük oranda teknenin gövde yapısından kaynaklanır. Buna güvenlikle ilgili kaygılar da eklenir. Yaralanmalara sebep olmasın diye mümkünse hiçbir şeyin köşeli ve keskin kenarlı olmamasına özen gösterilir. Bu nedenle bir teknede denizcilere kadınları ve onların kıvrımlarını hatırlatan çok fazla detay vardır. Bir İngiliz kısa ve öz olarak şöyle demiş: “Bir gemi bir erkekten çok daha fazla bir kadına benzer. Tıpkı bir kadın gibi insanı büyüleyen bir aşk ve istek uyandırır insanın içinde.”

Nasıl bir gemi dişil bir varlık olarak görülüyordu ise bazı denizci uluslar da denizle bir tür erotik ilişki içerisindeydiler. Uzun yıllar boyunca dünyanın en önemli şehir devleti olan ve olağanüstü zenginliğini denizciliğe borçlu olan Venedik “Denizin Yavuklusu” olarak adlandırılırdı. Çünkü Venedik’ te her yıl ”Spozalizio del Mar” kutlanırdı. Kökenleri 11.Yüzyıla kadar uzanan bu seremonide Venedik Cumhuriyeti’nin en üst düzey yöneticisi olan doge (Doç) sembolik bir törenle Adriya Denizi ile evlenir. Her yıl Hz. İsa’nın göğe çıkışının kutlandığı yortuda doç, Bucentaur isimli gemisi ile  Adriya denizine yelken açar ve denizin dalgalarına bir evlilik yüzüğü atardı. Bu düğün, deniz gücü Venedik’in denizle ne kadar yekvücut olduğunu sembolize ederdi.

 Denizciler yüzyıllar boyunca kadınlarla  gemiler arasında benzer yönler bulmakta zorluk çekmediler. Halk dilinde bu bağın ayrıntılarına girildi tekrar tekrar, ama hep önyargılarla, esprili iğnenemelerle ve yüzeysel karşılaştırmalarla:   Bir kadını donatmak ta bir gemiyi donatmak kadar pahalıydı, her ikisinin de bakımı çok masraflıydı, her ikisini de yönetirken her tüzlü sürprize hazırlıklı olunmalıydı, her ikisi de ağır yüke gelemezdi, çok derinlere batabilirlerdi, her ikisinin de onları yönetecek bir erkeğe ihtiyacı vardı ve etraflarında bir sürü erkek pervane olurdu.

Ancak bekâretin kaybedildiği ilk seferden geride bıraktıktan sonra anlardınız ikisinin de gerçek değerini ve her ikisi de yaşlandıkça daha fazla ihtimam isterdi. Sadece elbiselerle ilgili olarak gemiler ve kadınlar farklıydılar; gemiler en iyi ve en pahalı yelkenlerini ki yelkenler gemilerin elbiseleriydi, en kötü havalarda giyerlerdi. 
./…
 Fakat bir geminin tartışmasız en kadınsı bölümü burnundaki ağaç oyma heykeldir. Yüzyıllar boyunca bu figürler genellikle mitolojik varlıkları sembolize ederdi. Ama erkek karakterlerinde görüldüğü çok olurdu. Ancak 18. Yüzyılın sonuna doğru çoğunlukla kadın tefsirleri yer almaya başladı gemilerin burunlarında ama daha pek çok geminin burnu hâlâ boştu.

Öyle görünüyor ki bu dönemde sanatçılar ideal kadın tasvirine kimin ulaşacağı yarışı içindeydiler. O nedenle boğazına kadar bütün düğmeleri kapalı gömlekler içinde kadınlar görmek mümkün ise çıplak kadınlar görmek de o kadar mümkündü.

Denizcilerin birçok batıl inancından birine göre teknede bulunan çıplak bir kadın fırtınanın şahlandırdığı dalgaları sakinleştirebilirdi. Bu batıl inanç, gemilerin burunlarında vücutlarının üst kısmı çıplak kadın figürlerinin git gide daha sık görülmesinin belki de en önemli nedeniydi. Her halükârda denizciler burunda oturup  “kadınlarını” hülyalı bakışlarla seyretmeye bayılırdı. Limana gelindiğinde “kadınlarının” seyir sırasında dalgalar nedeniyle çabucak aşınan boyasını tamire bir sürü denizci gönüllü olurdu.

1891’dedenize indirilen İngiliz gemisi Wanderer’in burnundaki hanımefendiye birkaç denizci âşık bile olmuştu. Bu hanımefendi çok açık ten renkliydi ve soğuk bir güzelliğe sahipti. Fakat anlaşılan kuzeyden gelen soğuk güzel gemiye pek şans getirmedi, kaptan ve adamlarından bir kaçı düşen gabya sereni altında kalarak öldüler. Daha sonra hangarda yangın çıktı, gemi birçok kez kaza geçirdi ve sadece 16 yıl hizmet verdikten sonra bir fırtınada battı.

Herhalde tüm zamanların en şehvetli gemi burnu heykeli İsveçli sanatçı Johan Tornstrom tarafından 19. Yüzyılın başlarında yaratılmıştı. İsveç fırkateyni La Coquette’in ismiyle müseccel burnundaki heykel iri göğüslerini elleriyle destekleyen bir orospuyu tasvir ediyordu.

Şimdi ise bir gemi burnu kadınına duyulan adeta bir takıntı haline gelmiş tutkunun hikâyesi: Bir İtalyan firkateyni tarafından 1866 yılında denizde dalgalara kapılmış yüzerken bulunan bir gemi burnu kadını, La Spezia denizcilik müzesinde sergilenmektedir. Hanımefendinin sergilendiği vitrinin hemen yanındaki plakette aslen Atlanta isminde bir gemiye ait olduğu yazılıdır. Zamanında yapılan araştırmalar Atlanta isminde birçok geminin varlığını ortaya koymuştu: hangisinin bu Atlanta olduğu ise tespit edilememişti.

Atlanta Yunan mitolojisinde çobanlar ülkesi Arkadya’dan gelen iffetli ve güzel bir kral kızıydı. O kadar hızla koşabiliyordu ki Atlanta, sayıları hiç de az olmayan talipleri ona yetişemiyordu. Ona malup olan taliplerinin cezası ölümdü. Sonunda bir kralın oğlu olan Hippomes koşu sırasında ayaklarına altın bir elma atarak onu kazanabilmişti. Atlanta atın elmayı yerden almak için durunca yarışı kaybetmişti.

Atlanta’nın burdundaki tik ağacından yapılmış hanımefendi de olağan üstü güzellikteydi. Bir gizem hâkimdi bu kadına hatta belki bir lanet. Restore edilen hanımefendiye birçok kişi âşık oldu. 1923 yılında genç müze bekçilerinden biri o derece âşık olmuştu ki ona, saatlerce dudaklarını öpüyor ve göğüslerini okşuyordu heykelin. Arkadaşları onunla alay ettiler, ta günün birinde limanda parçalanmış cesedini bulana kadar.

Savaşın sürdüğü 1943 yılında bir Alman askeri figürü gördü. Bundan sonra tekrar tekrar müzeye gelmeye ve saatlerce gözünü kırpmadan “Atlanta”sını seyretmeye başladı. Günün birinde heykeli kaldığı yere götürmesine izin verildi. Kendisini buraya kapatan asker yalnız başına saatler geçiriyordu Atlanta’yla. 1944 Ekiminde taptığı kadının önünde cesedi bulundu. Kendisini vurmuştu. Veda mektubunda şunlar yazıyordu: “Beni hiçbir başka kadın hiçbir zaman senin gibi büyüleyemeyeceği için sana hayatımı veriyorum, Atlanta”


Müze müdürü Prof. Luigi Monti bunun üzerine heykeli depoya kaldırttı- iki ölü yeterliydi. Artık hiçbir müze ziyaretçisinin onu görmesine izin verilmeyecekti. Bu karar şiddetli protestolarla karşılandı. Halk Atlanta’sını tekrar istiyordu ve sonunda hanımefendi tekrar müzedeki yerine geri döndü. Bugüne kadar başka bir olay da olmadı.

Denizde Günah
Klaus Hympendahl

8 Şubat 2014 Cumartesi

"HEEEEAAADS!" ya da (KAFALARA DİKKAAAT !!!)

Denizciler orlop da denen alt güvertede uyurlar, yemek yer, zaman geçirirlerdi. Ufak teknelerde alt güverteye logis (yatakhane)de denirdi.

 Bazı büyük gemilerin birden fazla güvertesi olurdu. Böyle olduğunda denizcilerin zamanlarını geçirip uyudukları mekânlar geminin baş tarafındaki en alt güverteydi. İngiliz savaş gemilerinde orlop güvertesi yüzlerce denizcinin barındığı bir yatakhaneydi. Bu denizcilerin her birinin 16 pus eninde bir hamağı olabiliyordu- yani 40 cm. eninde daracık bir yaşam alanı.  Aşağıdaki bu dünya, balık yağı yakılan lambalardan gelen titrek ışık dışında hiç ışık almaz, gün ışığı görmezdi. Adamların ter kokuları, yıkanmamış ayaklardan, kirli çamaşırlar dan, gübre şerbeti kıvamına gelmiş sintine suyu, çürümüş fare ölüleri, kusmuk ve her türlü insan pisliğinden yükselen berbat kokuya karışırdı.
Bir denizci çişini etmesi gerektiğinde bunu rüzgar altı tarafına geçip ayakta hallederdi. Tuvalet teknenin baş tarafında galion  (Talimar başı- kemane) denen yerde olurdu. En öndeki figür ile geminin başı arasına bir platform yerleştirilir ve bu platformun üzerinde umumi helâlarda olduğu gibi delikler olurdu. Bu deliklerden birinin üzerine çömelip “işini hallederdi” denizci. Bazı gemilerde bu platformun üzerine basit bir işçilikle bir iskelet inşa edilir ve denizciler “rahatlama oturağı” da denen bu iskeletin üzerine oturabilirlerdi. Kuvvetli rüzgâr olduğunda “işin” uçma ihtimali belirir, o zaman işini halleden denizci arkadaşlarını, kafalarını bordanın dışına sarkıtmamaları için “Heads !” ( kafalara dikkat! )  diye bağırarak uyarırdı. Bugün de özel teknelerde tuvalete “head” deniliyor. Her rahatlama oturağının denize kadar sarkan bir halatı olur ve bu halatın saçaklanıp tiftiklenmiş ucuyla denizciler kıçlarını temizlerdi.
./...

Denizde Günah
Klaus Hympendahl

6 Şubat 2014 Perşembe

SAF KAN BİR AMERİKALI

Ne yazık ki bana kadar ulaşan elimde hiç fotoğraf yok.
Babam, 1920 doğumluydu. 1936-39 arasında İstanbul’da ilk shapie’yi kullandığını anlatırdı. Teknenin adının “Kuş” olduğunu biliyorum. Yaz aylarında, Sarıyer’de yalının rıhtımına bağlı tonoz üzerinde, kışında yalının bahçesinde koruduklarını çok dinledim.

1936 aynı zamanda Türk Boğazlarını Montreux sözleşmesi ile Uluslararası statüye kavuştuğu yıl. Günümüzde olduğu kadar devasa ve yüksek tonajlı gemiler yok. Trafik de bu kadar yoğun değil.

Bazen tek başına, bazen de 2 arkadaş yukarı Boğaz’da bu sharpie ile fink atıyorlar, Boğaz’dan yukarı Karadeniz’e çıkıyorlarmış. Zaman zaman kuzeyli rüzgarlarla Boğazı indiklerini, Adalara gittiklerini, dönüşte Hisarlar’dan huni ağzından çıkarcasına hızlı akıntıyı geçebilmek için Ortaköy’den itibaren  Balta Limanı’na kadar kâh sahile bir kürek boyu mesafede pazıya kuvvet, daha zor akıntılarda biri teknede diğeri sahilden iple çekerek eve dönerlermiş. Daha olmadı, buharlı römorkörlerin peşlerine takıp Karadeniz ağzına kadar götürdüğü çektirmele re bir koltuk atıp tıngır mıngır Sarıyer’e geri dönerlermiş.

Bana “Kuş”un çok hızlı, söz dinleyen, her yere kolaylıkla girebilen, atak bir tekne olduğunu anlatırdı.

Bugün yaşları 65 ve üzerinde olanlar İstanbul’da sarpie’leri hatırlıyorlar. O dönemin yelken kulüplerinde sınıfları var. Yarışıyorlar Hatta bir de not: Türk Amatör denizciliğinin en yaşlı teknelerinden biri olan "Seddülbahir" de Yücel Köyağasıoğlu'nun dayısı tarafından satın alındığında bir sharpie imiş. Sonradan armayı tadil etmişler.

Diğer taraftan insanlar denize çıkmak için türlü sıkıntılara katlanıp bütçelerinden önemli bir bölümü “marka fetişizmi” ile pekişen yönlendirmeler ile denizcilik kaliteleri tartışılır seri üretim tekneleri alıyor veya hedefliyorlar.

Oysa denize çıkmak, yelken yapmak, teknede bir hafta sonu geçirmek hiç de yüksek bütçeler gerektirmeyen bir uğraş. Tabii marka fetişizminden kendini arındırabilmiş, eli bir nebze alet edevat tutanlar veya az da olsa yardım alabilecekler için binlerce amatör yapımına uygun plan uygun fiyatlara internette satılıyor.


İşte SHARPIE’de bu kolay ve ucuz maliyetli, üstelik bir geçmişi, tarihi olan, 60 yıl öncesine kadar İstanbul ve İzmir amatör denizcilerinin kullandıkları, yarıştıkları bir tekne. Bir başka deyişle, her ne kadar “yerli” değilse de “evrensel” ve tabii eskimeyen bir klasik.

Sharpie, Amerikan saf denizciliğinin üretimidir. Yankee marifeti ve deniz adamının adaptas yon yaratıcılığının simgesidir.

19.yy’ın ortalarında Connecticut istiridye avcılarının çalışma normlarına uygun olarak, form olarak diğer teknelerden çok farklı, sürekli gelişerek ve değişime uğrayarak, Amerika sahil balıkçılığında doğdu.
50 yıllık zaman dilimi içinde yöresel genişlemesi ve kullanımın hızla arttığı tek tekne tipidir. Bu müthiş yaygınlaşma yeni doğan Amerikan pragmatik ruhuna çok uyumlu bir amerikan keşfidir.
İhtiyaçlara göre estetik olarak da gelişen, alımlı, hızlı, ekonomiktir. Pekçok ticari amaçlı tipi yanı sıra Amerika ve dışında gezi ve yarışlara da uygun olarak tasarımlandı ve hatta açık okyanusa’da çıktı.
Howard I Chapelle onu, düşük maliyetine göre hizmeti sırasında hızlı hafif, yelkende rahat idare edilebilir, hoş görünümlü ve şaşırtıcı derecede denizci olarak tanımlıyor.

Nedir bu kadar sitayişe konu olan sharpie?

Wikipedia, düz tabanlı (dolayısıyle düz bordalı), aşırı derecede sığ (Az su kesen), salmalı, ince, uzun yelken teknesi olarak tanımlıyor.New Haven, Connecticut, Long Island bölgelerinde istiridye avı için ortaya çıkıp daha sonra yaygınlaştığını söylüyor.

New Haven sharpie’si 27Ft ( 8.23Mt) boyunda, bir veya iki kişi kullanılabilen cat-ketch armalı, biri en önde, ikincisi vasatta ve üçüncüsü kıça yakın üç direk ıskacalı, yaz aylarında  baş ve orta iskaçada 2 direkle, kış aylarının sert rüzgarlarında orta ıskacada tek direkle kullanılan kendine has bir tekneydi.

Sharpie’lerin çoğunluğu ÇARMIHSIZ cat-katch arma ile donatılıyordu. Çok eminim ki yine  başka bir saf Amerikan balıkçı teknesi Cat Boat’lar da hem Cat armalarını hem de çeneli yapılarını sharpie’lerden miras aldılar.

Carolina ve Florida’da kullanılan daha büyük modelleri ÇARMIHLI randa uskuna arma ile donatıldı ve flok eklendi.

Chesapeak Körfezi, Carolina, Ohio gölü ve Florida açık sularına ulaştıklarında derin safralı tekneler oldular.

EGRET – Daha once 32 ve 36 Ft sharpie’leri olan Komodor Ralph Munroe 1886 yılında deneyimlerinden yola çıkarak Egret’I tasarladı “Staten Island” ismini verip Key West’e sattı. Günümüzde planları Wooden Boat Magazine tarafından ölümsüzleşti ve satışa sunuldu.

Egret yüksekçe bordası aykırı olmakla birlikte tipik baş/kıç bir bir sharpie’dir. Tıpkı dory’ler gibi yüklendikçe stabilitesi artan, yol alışı sırasında aynası olmadığı için türbülans yapmayan hızlı bir teknedir. Kendine has özelliklerinde dolayı Munroe tekneye “cankurtaran sharpie” demiş.

Günümüz tasarımcıları bu plandan yola çıkarak bazen sharpie ve dory’yi bir arada çağrıştır- mak için  Shorie” diyorlar.

1800’lü yılların sonuna doğru Komodor Munroe ve takipçileri formu daha da geliştirdiler. Thomas Clapham V tabanlı, Larry Huntington yuvarlak karinalıları ortaya çıkarttı. Çağdaş tasarımcılar  Bruce Kirby ve Ruer Parker bu planlardan yola çıkarak yeni ve modern sharpie’ler tasarladılar.

Benim de yıllardır inatla vurguladığım tez olan “gezi tekneleri iş teknelerinin ardılları olmalıdır” düşüncesini savunan Howard I Chapelle sharpi’lerin gönüllü avukatlığını üstlenip pek çok küçük ve büyük modeller çizdi.

Howard I Chapelle'i 1957 yılında Türk Hükümeti tarafından davet edilip Et ve Balık Kurumu için derlediği "Türkiye tekneleri ve Balıkçılığın gelişmesi için öneriler" raposundan da tanıyoruz. Yani bize çok da yabancı biri değil.
Yukarıda da söylediğim gibi Chapelle sharpie'lerin yaygınlaşması için çok çabalamış.

İşte en yaygın modellerinden biri:  14Ft Sharpie


Bu Sharpie'lerle ilgili "amentü" kitaplarından biri de Reuel B. Parker'ın "The Sharpie Book". Ben de yukarıdaki derlemeyi buradan yaptım. O da 14 Ft'den başlayıp 26Ft kamaralı modele kadar çıkıyor. Bütün modellerin inşa özellikleri ve offset tablolarını da vermiş. Yani istediğin modeli beğen yap. Kitapta yayımlanıp en çok yapılanlardan biri de "18Ft modified" modeli. Bakalım beğenecek misiniz?