Geçen yüz yıllarda, bunlar 10-12 yaşlarında, gemilerin
topçularına barut taşımakla görevli çocuklardı. Sainte Barbe (Azize Sakal) da
denen barut deposu ile top güverteleri arasında mekik dokuyarak, sert deriden
imal edilen “gargousse” tabir edilen tek kullanımlık imla hakkı içeren barut
torbalarını her dakikada bir taşıyorlardı.
Doğu Akdeniz geleneksel balıkçı teknesi Tirandil ( Yunanca Trexantiri = Koşucu) formu üç yüz yıl boyunca hemen hemen hiç değişmeden kalabilmiştir. Tirandiller tümü ile nesilden nesile aktarılan birikim ile inşa edilmiş teknelerdir. 4 metre ile 25 metre arasında değişen farklı amaçlar için kullanılan bu kayıklar hiçbir alabora kaydına sahip olmayan etkileyici bir tarihe sahiptir. Araştırmacılar tekneyi istikrar, direnç ve denizcilik alanlarında incelerler.
22 Şubat 2014 Cumartesi
16 Şubat 2014 Pazar
JACQUES BREL - KATEDRAL
Prenez une cathédrale Bir
katedral alın
Et offrez-lui quelques mâts Ve ona birkaç direk sunun
Un beaupré, de vastes cales Bir cıvadra ve geniş ambarlar
Des haubans et halebas Çarmıhlar ve mandarlar
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Haute en ciel et large au ventre Gökler kadar yüksek, geniş karınlı
Une cathédrale à tendre Bir katredral basmak için
De clinfoc et de grand-voiles flokları ve ana yelkeni
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
De Picardie ou de Flandre Picardie’den veya Flandr ülkesinden
Une cathédrale à vendre Bir katedral satmak için
Par des prêtres sans étoile Yıldızsız papazlar tarafından
Cette cathédrale en pierre Bu taştan katedral
Qui sera débondieurisée Ruhanilikten sıyrılmış olacak
Traînez-la à travers prés Çayırlarda çekiştirin
Jusqu'où vient fleurir la mer Ta ki deniz çiçeklenene kadar
Hissez la toile en riant Gülerek hisa edin ana yelkeni
Et offrez-lui quelques mâts Ve ona birkaç direk sunun
Un beaupré, de vastes cales Bir cıvadra ve geniş ambarlar
Des haubans et halebas Çarmıhlar ve mandarlar
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Haute en ciel et large au ventre Gökler kadar yüksek, geniş karınlı
Une cathédrale à tendre Bir katredral basmak için
De clinfoc et de grand-voiles flokları ve ana yelkeni
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
De Picardie ou de Flandre Picardie’den veya Flandr ülkesinden
Une cathédrale à vendre Bir katedral satmak için
Par des prêtres sans étoile Yıldızsız papazlar tarafından
Cette cathédrale en pierre Bu taştan katedral
Qui sera débondieurisée Ruhanilikten sıyrılmış olacak
Traînez-la à travers prés Çayırlarda çekiştirin
Jusqu'où vient fleurir la mer Ta ki deniz çiçeklenene kadar
Hissez la toile en riant Gülerek hisa edin ana yelkeni
Et filez sur l'Angleterre ve
Yürüyün İngiltere’ye
L'Angleterre est douce à voir İngiltere seyredilmek için yumuşak
Du haut d'une cathédrale Bir katedralin tepesinden
Même si le thé fait pleuvoir Çay yağmur yağdırsa da.
Quelqu'ennui sur les escales İskelelerde bazı sıkıntılar
Les Cornouailles sont à prendre Corwall’ler kaybedilmek için
Quand elles accouchent du jour Günden gebe kaldıklarında
Et qu'on flotte entre le tendre Bu yumuşaklık arasında yüzülür
Entre le tendre et l'amour Yumuşaklık ve aşk arasında
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Et offrez-lui quelques mâts Birkaç direk verin
Un beaupré, de vastes cales Bir cıvadra ve geniş ambarlar
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Filez toutes voiles dehors Bütün yelkenleri açın
Et ho hisse les matelots Ve ho tayfaları gönderin
A chasser les cachalots Kaşalotları avlamaya
Qui vous mèneront aux açores Sizleri Azorlara yönlendirecek
Puis Madère avec ses filles Sonra kızlarla Madeira
Canarian et l'Océan Kanaryalar ve Okyanus
Qui vous poussera en riant Gülerek sizi itecek
En riant jusqu'aux Antille Gülerek Antillere kadar
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Hissez le petit pavois Küçük flamayı basın
Et faites chanter les voiles Ve yelkenlere şarkı söyletin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Du haut d'une cathédrale Bir katedralin tepesinden
Même si le thé fait pleuvoir Çay yağmur yağdırsa da.
Quelqu'ennui sur les escales İskelelerde bazı sıkıntılar
Les Cornouailles sont à prendre Corwall’ler kaybedilmek için
Quand elles accouchent du jour Günden gebe kaldıklarında
Et qu'on flotte entre le tendre Bu yumuşaklık arasında yüzülür
Entre le tendre et l'amour Yumuşaklık ve aşk arasında
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Et offrez-lui quelques mâts Birkaç direk verin
Un beaupré, de vastes cales Bir cıvadra ve geniş ambarlar
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Filez toutes voiles dehors Bütün yelkenleri açın
Et ho hisse les matelots Ve ho tayfaları gönderin
A chasser les cachalots Kaşalotları avlamaya
Qui vous mèneront aux açores Sizleri Azorlara yönlendirecek
Puis Madère avec ses filles Sonra kızlarla Madeira
Canarian et l'Océan Kanaryalar ve Okyanus
Qui vous poussera en riant Gülerek sizi itecek
En riant jusqu'aux Antille Gülerek Antillere kadar
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Hissez le petit pavois Küçük flamayı basın
Et faites chanter les voiles Ve yelkenlere şarkı söyletin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Putain, les Antilles sont belles Kaltak,
Antiller güzel
Elles vous croquent sous la dent Dişlerinizin arasında çıtırdıyor
On se coucherait bien sur elles Tabii onların üzerinde yatılacak
Mais repartez de l'avant Ama baş yandan yola koyulun
Car toutes cloches en branle-bas Çünkü bütün çanlar kargaşada
Votre cathédrale se voile Katedraliniz peçesini açıyor
Transpercera le canal Kanalı delecek
Le canal de Panama Panama kanalını
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
De Picardie ou d'Artois Picardie veya Artois’dan
Partez cueillir les étoiles Yıldızları toplamaya gidin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Elles vous croquent sous la dent Dişlerinizin arasında çıtırdıyor
On se coucherait bien sur elles Tabii onların üzerinde yatılacak
Mais repartez de l'avant Ama baş yandan yola koyulun
Car toutes cloches en branle-bas Çünkü bütün çanlar kargaşada
Votre cathédrale se voile Katedraliniz peçesini açıyor
Transpercera le canal Kanalı delecek
Le canal de Panama Panama kanalını
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
De Picardie ou d'Artois Picardie veya Artois’dan
Partez cueillir les étoiles Yıldızları toplamaya gidin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Et voici le Pacifique Ve
işte Pasifik
Longue houle qui roule au vent Uzun dalga rüzgârda yuvarlanan
Et ronronne sa musique Ve mırıldanan
Jusqu'aux îles droit devant Tam karşıdaki adalara
Et que l'on vous veuille absoudre Ve aklanmanızı istiyoruz
Si là-bas bien plus qu'ailleurs Orada veya başka yerde
Vous tendez de vous dissoudre Erimek için eğiliyorsun
Entre les fleurs et les fleurs Çiçekler ve çiçekler arsında
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Hissez le petit pavois Küçük flamayı basın
Et faites chanter les voiles Ve yelkenlere şarkı söyletin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
De Picardie ou d'Artois Picardie veya Artois’dan
Partez pêcher les étoiles Yıldız avlamaya gidin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Cette cathédrale en pierre Bu taşatan katedral
Traînez-la à travers bois Onu koruluklarda çekiştirin
Jusqu'où vient fleurir la mer Taa ki deniz çiçeklenene kadar
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Mais ne vous réveillez pas. Ama uyanmayın
Longue houle qui roule au vent Uzun dalga rüzgârda yuvarlanan
Et ronronne sa musique Ve mırıldanan
Jusqu'aux îles droit devant Tam karşıdaki adalara
Et que l'on vous veuille absoudre Ve aklanmanızı istiyoruz
Si là-bas bien plus qu'ailleurs Orada veya başka yerde
Vous tendez de vous dissoudre Erimek için eğiliyorsun
Entre les fleurs et les fleurs Çiçekler ve çiçekler arsında
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
Hissez le petit pavois Küçük flamayı basın
Et faites chanter les voiles Ve yelkenlere şarkı söyletin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Prenez une cathédrale Bir katedral alın
De Picardie ou d'Artois Picardie veya Artois’dan
Partez pêcher les étoiles Yıldız avlamaya gidin
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Cette cathédrale en pierre Bu taşatan katedral
Traînez-la à travers bois Onu koruluklarda çekiştirin
Jusqu'où vient fleurir la mer Taa ki deniz çiçeklenene kadar
Mais ne vous réveillez pas Ama uyanmayın
Mais ne vous réveillez pas. Ama uyanmayın
BREL-BRASSEN |
13 Şubat 2014 Perşembe
KAMARASIZ - AMBARLI TEKNELER
Genel
olarak “tekne” deyince akla gelenler ilk ayrımda motor veya yelken teknesi
olarak ayrışıyor. Gönlümde motor teknelerinin de ayrı bir yeri olmakla birlikte
biz yine de yelken teknelerini konuşalım.
2006
yılında fuarda standımı ziyaret eden ziyaretçilerin doldurması için kısa bir
anket düzenlemiştim. Sonuçları teorik ve gözleme dayalı bilmeme rağmen yine de
ete kemiğe bürünmüş olarak görmek şaşırtmıştı.
Formu dolduranların büyük çoğunluğu motorlu tekneyi yelken teknesine
tercih ediyordu. Her iki grup da ille kamara ve muhakkak kapalı bir tuvalet
mümkünse duş istiyordu. Tuvaletin yanında mutfak neredeyse keyfe keder
kalıyordu. Yine
her iki grupta da olmazsa olmazların başında geniş, çok kişinin oturabileceği
bir havuz yine önemli kıstaslardan biriydi.
Kaç
metre bir tekne düşünürsünüz? Sorusunun cevabı daha bismillah 15 metreden
başlayabiliyor, tekneler ve hacimleri konusunda ne kadar afakî bilgiyle dolu
olduklarını gösteriyordu.
Seçimini
yelken teknesinden yana yapanların neredeyse tamamı hem cenoa’da hem de ana
yelkende sarma sistemini hayati buluyorlardı. Sonradan anladım ki güverte
üzerinde çalışmayı güvenli bulmuyor, korkuyor, her şeyi havuzdan kontrol etmek
istiyorlardı.
Aranan
tekne boyu hakkında yeterli ve oluşmuş fikir yoktu. Genel olarak ya arkadaş
veya tanıdığın teknesinin eş boyu veya daha büyüğü hedefe konmuştu. Yelken
teknesi için bilgi ve donanımın çok da önemli olmadığını, teknolojinin artık
çok geliştiği ve tekne kullanmak için çok bir bilgiye gerek olmadığı, bir
ehliyet almanın hiç de zor olmadığını, hatta sınavlarda zayıf olanlara yardım
edilip ille de ehliyet sahibi yapıldığı sıkça tekrarlanan ve gerekliliği hiç
önemsenmeyen bürokratik bir gereksizliktir.
Yine
fuarı dolaşan, gün sonunda kucağı broşürlerle dolu evinin yolunu tutanların
hedefledikleri teknelerde “denizcilik vasıfları” teknelerin sunduğu lüksün
yayında çoktan kâle alınır olmaktan çıkmıştı.
Yıllar
içinde konuyla ilgili olanlar kendilerini geliştirdiler, ellerindeki bütçenin
müsaade ettiği kadar teknelere bakmayı öğrendiler. Çoğu ise aylık tekne
dergilerinin pompaladığı asla erişemeyecekleri lüks “yacth”ların resimlerine
bakıp hayal kurmaya devam ediyorlar.
Bu
güne kadar yaptığım belli başlı teknelerin hepsi kamaralıydı. Tasarım tekniği
olarak kamaralı teknelerde bir havuz var. Bazı tasarımlarda bu havuz geniş ve
ferah olabilir bazı tasarımlarda ve özellikle uzun yol, açık deniz teknelerinde
olabildiğince küçük hatta rahatsız olur. Her iki halde de teknede yolculuk
edenler tasarımın müsaade ettiği bu havuz içinde oturmaya mahkumlar. Müsait havalarda güverteye veya kamara üzerine çıkılabilir, oturulabilir. Ama
önünde sonunda havuz kadar güvenli olmayan şuradan buradan kendini güvenceye
alacak şekilde tutunduğun, kolunu bacağını doladığın düzlem bir alandır güverte
veya kamara üzeri.
Bu
da beni her nedense fazlasıyla rahatsız ediyor. Küçücük bir teknenin bile aslında kocaman
olan iç hacmini bir güverte ve kamara binası ile kullanımımıza kapatıveriyoruz.
Kamaranın amacı nedir? Kötü hava
şartlarından, soğuktan, yağmurdan, kardan korunmak. Tuvalet ihtiyacını giderirken mahremiyetin
korunması. Kapalı bir ortamda ve yatakta yine mahremiyeti koruyarak yatabilmek.
Başka? Bütün
bunları sağlayan ve fakat tekne genel hacminin ortalama 4/5ini de yutuveren bir
bina. Açıkçası bana hiç de mantıklı ve akıllıca gelmiyor.
Bir
de yüzyıllardır uygulanan tulum ambarlı iş teknelerine bakalım: Teknenin boyu
ne olursa olsun baş ve kıç tarafta kısa veya uzun birer güverte. Teknenin
boyuna bağlı olarak orta tarafta bir, iki veya daha fazla kemere hattında
oturak veya “hiç” oturak. Teknenin içinde farşlar üzerinde ayağa kalkındığında
makul ve güvenli bir yükseklikte küpeşte. Eğer ortada oturak yoksa iki güverte
arasında kocaman bir boş hacim.
Tekne
yelkenli ise, kamaralı teknelerdeki güverte üzeri güvensizliğin tam tersine aşırı bir güven
duygusu ile teknenin içinde direk ve yelken ile ilgili her türlü işlemin ister
oturarak ister ayakta rahatça yapılabilmesi.
Tekne
boyu 6 metre üzerinde ise ortadaki tulum ambar boşluğuna bir masa ve birkaç
sandalye konulabilme olanağı. Baş ve kıç güverte altlarının geniş ambarlar
olarak kullanılması. Bumba
üzerine atılacak sağlam bir branda ile tulum ambarın, en az kapalı bir kamara
kadar korunaklı olmasının sağlanabilmesi. Tekne boyu daha büyük ise baş güverte altının yatacak yer olarak da kullanılabilmesi.
Evet,
bu tip teknelerde tek derdimiz kapalı bir tuvaletin olmaması ki o da ne kadar
geleneksel denizci olduğunuza bağlı.
Kamaralı
teknelerde ıslanma derdimiz yok. Tulum ambar teknelerde sert havalarda
serpintinin tekne içine girmesi veya içeriyi ıslatma olanağı göz ardı edilemez.
Bunun için de ambar ve baş güverte birleşim hattına monte edilecek makul bir
serpinti körüğü ıslanmayı da asgari seviyeye indirecektir.
Kamaralı
ve korunaklı bir tekne ile açık denizde çok daha güvenli seyir yapabiliriz. Ama
tulum ambar teknede de uygun havayı kollayarak aynı seyir şansını
yakalayabiliriz. Bu işi yüzyıllardır tulum ambar teknelerle yapanların canı yok
muydu? Su alan ambar sintine pompasına bolca çalışma olanağı verecek, süs
olmaktan çıkaracaktır.
Bütün
bu aşırı uçlardaki fikir ve uygulamaları yazdığımda dostlarım beni “mazoşist”
olmakla, çağın bize sunduğu teknik kolaylıkları neden kullanmayıp kendimize
eziyet edercesine denizcilik yapmamızı savunduğumu soruyorlar. Zaman içinde
keyfimiz ve lüksümüz için terk ettiğimiz ve artık neredeyse hiç kullanılmayan tulum ambarlı tekneleri yeniden deniz yaşamına katmanın gereğine inanıyorum. Böylece
her tarafı ve her bir aygıtı aslında bizi alışık olduğumuz “kara yaşamından”
kopartmayan, (denizde’ymişcesine) duygusu veren çağdaş tasarım oyuncaklardan
kendimizi sıyırıp daha geleneksele yaklaşıp denizi daha doğru yaşayacağımıza inanıyorum.
Resimlerin tamamı AN DURZUNEL teknesine aittir. Güverte boyu 6.60mt eni 2.55mt dir.
10 Şubat 2014 Pazartesi
HAYALİNİ KURDUĞUMUZ (!?) ÇEKİLMEZ HAYAT
Yelkenli gemilerde günlük hayat çok sertti, bizim bugün
hayal edebileceğimizden çok daha sert. Son üç yüz yılın önder deniz gücü
İngiltere’ydi, o nedenle Royal Navy’deki koşullar özellikle ilgiye değer.
Denizci bulmak büyük sorundu. Dünyanın her köşesinde görev
yapan İngliz Donanması için büyük bir sorundu bu. Sadece, Napolyon savaşları
sırasında sürdürülen Fransız limanlarının ablukası için gereken denizci sayısı
dahi çok yüksekti. Donanma askere alınacak adam bulabilmek için, bu adamları
liman meyhanelerinde tuzağa düşürüp zorla gemilere getiren çetelere para
ödüyordu. Bu çeteler adamları yataklarında uyurken derdest edip alıyor ya da
kilise kapısında ayin sonrasında yakalayıp zorla gemilere taşıyorlardı. Başka
bir metot da tecrübeli denizcileri ticaret filosundan çalmaktı. Bazen İngiliz
Donanmasına ait bir gemi bir İngiliz Ticaret gemisine saldırıp mürettebatın bir
kısmına el koyabiliyordu. Buna benzer olaylar başka ülke donanmalarında da
görülüyordu. Avrupa ve Amerika ticaret filolarında ise, bahsettiğimiz bu
saldırıları bir kenara koyarsak, denizci sıkıntısı yaşanmıyordu.
Kendi isteği hilafına, bir anda, yıllar sürecek bir sefer
için denize açılmış bir yelkenlide bulunan bir adamın başına neler geliyordu?
Meyhaneye giderken üstünde olanların dışında bir şeyi
olmazdı tabii ki. Gemide bir üniforma da verilmezdi. Denizciler o zamanlar
üniforma giymezlerdi. Yelken diken ustalar ona derisini zımparalarcasına tahriş
edecek sert kumaştan bir pantolon ve bir de ceket dikerlerse kendini şanslı
saymalıydı. Haftalar geçip üzerindekiler kokmaya başladığında ne yapmak zorunda
kalıyordu denizci? Teknelerde
mürettebatın idrarının toplandığı bir fıçı olurdu. Bu fıçı çamaşırı ağartmak için
kullanılırdı. Kirli çamaşır önce bu idrar fıçısına sokulur daha sonra yıkama
teknesine, birkaç kere deniz suyuyla durulanırdı. Sonrasında kuruyan
kıyafetleri denizciler kuvvetle silkeleyerek Üzerlerindeki tuz kristallerinden
arındırmaya çalışırdı.
Tabii ki Gentlemen olarak nitelenme şansı olmayan bu insanlar sonuna kadar kullanılıyordu. Ufak tefek hatalar dahi kırbaçla cezalandırılıyordu. İçme suyunun kalitesi genellikle kötüydü, yola çıkıldıktan birkaç hafta sonra kokmaya başlardı. Bu nedenle İngiliz Donanmasındaki herkese sulandırılmış bira ve rom veriliridi. Amiral Nelson döneminde (1758-1805) her deniz askerine her gün iki çeyrek pinte 0,142Litre) rom veriliyordu ki bu da günde toplam çeyrek litre demekti. Talimatlara göre bu rom bire beş oranında suyla inceltilmeliydi. Talimata gerçekten uyulur muydu, bunu bilmemize imkân yok ama ciddi şüphe ile karşılayabiliriz.
Tabii ki Gentlemen olarak nitelenme şansı olmayan bu insanlar sonuna kadar kullanılıyordu. Ufak tefek hatalar dahi kırbaçla cezalandırılıyordu. İçme suyunun kalitesi genellikle kötüydü, yola çıkıldıktan birkaç hafta sonra kokmaya başlardı. Bu nedenle İngiliz Donanmasındaki herkese sulandırılmış bira ve rom veriliridi. Amiral Nelson döneminde (1758-1805) her deniz askerine her gün iki çeyrek pinte 0,142Litre) rom veriliyordu ki bu da günde toplam çeyrek litre demekti. Talimatlara göre bu rom bire beş oranında suyla inceltilmeliydi. Talimata gerçekten uyulur muydu, bunu bilmemize imkân yok ama ciddi şüphe ile karşılayabiliriz.
Yiyecek olarak sadece kuvvetle tuzlanmış et, kurutulmuş
bezelye, gemi peksimeti ve sert peynir verilirdi. Kurtçuk, solucan ve tenyalar
mönüye dâhildi. Gemi peksimeti iki kere pişirilmiş ekmekten başka bir şey
değildi ve son derece kuru olup hiç yağ içermezdi. Bu nedenle tenyalar ve
hububat böceklerinin ettikleri dışında neredeyse sonsuza kadar bozulmadan
kalabilirlerdi. Bu nedenle gemicilerin ilk öğrendikleri taş gibi sert peksimetlerini
gemi tahtalarına vurup böceklerin dökülmesini sağlamaktı.
Denizciler arasında en sık görülen ölüm nedeni deniz
kazaları ya da savaşlar değil hastalıklardı. Tekneye tıkılmış bu adamlar
aralarında her iki ya da üç kişiden
birinin seferin sonunu göremeyeceğini
biliyorlardı. Taze et, taze sebze ve taze meyve gemilerde bulunmazdı. Ancak
1795’ten sonra iskorbüte karşı denizcilere limon veya limon suyu dağıtılmaya
başlandı ve bu tarihten itibaren sonradır ki İngiliz yelkencilere Limeys(Limonlar) denmeye başlandı. Ve
Almanların ismi de vitamini bol lahanayı ilk olarak onlar fıçılara basarak
sakladıkları için Krauts (Lahanalar)
oldu.
Bütün bunlara ek olarak sık sık yıllarca maaş da alınamadığı
oluyordu. İngiliz Donanmasında maaşların 1653 ile 1797 yılları arasında hiç
artmadığı bir yana donanma bu maaşları da ödeyemeyecek durumda olurdu. Savaşlar
çok pahalıya patlıyordu. Mürettebatının on beş yıl boyunca maaş alamadığı
gemiler vardı.
9 Şubat 2014 Pazar
HER ŞEY KUYRUKLU BİR YALANLA BAŞLADI
(Takribi 1251
ila 1900)
“Ve siz bana adı geçen gemide yüzden fazla
hacı taşımayacağınıza ve bu hacıların arasında hiçbir şekilde kadınların
olmayacağına dair söz veriyorsunuz” Cenova Liman kenti yönetiminin 1251 yılında
gemi kaptanlarına verdiği bir talimat böyleydi. 1731 yılında dünyanın en büyük
denizci ulusu, Büyük Britanya, Queen’s
Regulationsand Admiralty Instructions (Kraliçenin Nizamnameleri ve
Amirallik Talimnameleri) isimli kurallar manzumesini yayımladı. Burada
kaptanlara ve gemi komutanlarına teknelerinde kadın taşımaları kesinlikle
yasaklanıyordu. (not to carry any women to Sea)
Kadınların
gemilerden dışlanmasının uzun bir geçmişi vardır. Hollanda, Fransa, Hamburg ya
da İsveç bayrağı taşıyan gemilerde de kadınlara teknelerde seyahat kanunen
yasaklanmıştı. ( Wiewweröck an Boord- bringt Stried un Mord) Flamancada bu söz
aşağı yukarı şöyle tercüme edilebilir: Teknede avrat donu-kavga ve cinayettir
sonu- Burada kastedilen aşağı sınıftan kadınlar ve orospulardı, çünkü kaptanların
ve subayların eşleri tarafından ziyaret edilmesine izin veriliyordu.
Bu kurallar
İmparatorluğun âli çıkarları gerektirdiğinde, mesela savaş zamanlarında gözardı
edilebiliyordu da. Britanya donanmasının 1807 yılındaki Annual Register’ında (Yıllık Kayıt Defteri) okuyanları şaşkınlığa
düşürecek şekilde kadın isimleri görülmektedir. Bu kadınlar Birinci Napoleon
Savaşları (1803-1806) sırasında gemilerde barut taşımak üzere
çalıştırılmışlardı, fakat bu iş için maaş alamıyorlardı ve bu nedenle de tayfa defterlerinde
isimleri geçmiyordu.
Hatta 1812
yılında savaş gemisi Indefatigable’in
komutanı John Fyffe işi, verdiği talimatlarda emrindeki kadınlara direkt hitap etmeye
kadar vardırdı: “Gemide bulunan kadınlar
gemiyi haftada iki gün. Pazar kurulan günlerde terk edebilirler. Eğer diğer
günlerde gemiden inecek ya da herhangi başka bir şekilde gemi kurallarına
aykırı hareket edecek olurlarsa sakın ola geri gelmesinler”
1801 yılında
Lord Nelson’un söylediği şu cümle de pek meşhurdur: “Pazar günü bütün kadınlar, köpekler ve güvercinlerle vedalaşacağız ve
tavuklar uyandığında, umuyorum ki biz yelkenlerimizi açmış Torbay yolunda
olacağız”
Kalabalık
alt sınıfın kadınları (Not real woman) Avrupa ve Amerika’nın denizci
uluslarının gözünde hep gelişmemiş yaratıklar olarak görülmüşlerdi. Onlar
erkeklerin yaptığı bedeni işleri işleri beceremiyorlar, ruhsal olarak da zayıf
kabul ediliyorlardı. Kadınlara biçilen rol çocuk doğurmalarıydı, çünkü çocuklar
hem emekli maaşı ve hem de ihtiyarlıkta bakım görmenin sigortasıydılar.
Ama aşağı
tabakanın erkeklerinin de pek fazla değeri yoktu. 1750 yılında bir gemi 300
denizciyle uzun bir deniz yolculuğu için yola çıktığında bu adamların sadece
yarısının geri döneceği hesaplanırdı. İsmi bile bilinmeyen hijyen, sağlıksız
beslenme, iskorbüt, dizanteri, zührevi ve tropik hastalıklar mürettebatı hızla
kırıyordu. Bunlara ek olarak denizcilerin pek azı yüzme bilirdi.
Neden
kadınlar gemilerde istenmiyordu? Neden gemide kadın uğursuzluk getirirdi? Neden
sorumlu tutuluyorlardı fırtınalardan ve batan gemilerin kaderinden? Birçok
konuda – özellikle de 16. Ve 18. Yüzyıllar arasında denizcilikte - hâkim olan
hâlâ Orta Çağ mantalitesiydi. Mitlere, cadılara ve hurafelere inanç sürüyordu.
“Teknede
kadın uğursuzluk getirir” hurafesi bir mit haline gelmişti. Denizle alakasız
toprak insanları da buna inanıyorlardı çünkü onların dünyasında da benzer
mitler vardı: Bir boyahanede yeni bir boya kazanı hazırlandığı zaman içeriye
kadın girmesin diye kapı sürgülenirdi, çünkü kadınlar boyayı bozabilirdi.
Balıkçılar kadınların teknelerine binmesine izin vermezlerdi çünkü bu onların
balık kısmetini kapatırdı, bazı balıkçılar karılarının ağlarına bakmasını bile
yasaklardı. Kadınlar keza rüzgarsızlığı, fırtınaları ya da ters rüzgarları
davet edebilir ve cadı büyüleriyle gemileri batırabilirlerdi.
Denizciye
hayırhah olan tek bir kadın vardı, deniz kızı. Uzun saçları ve dolgun
göğüsleriyle baştan çıkaracak kadar güzeldi denizkızı. Denizcinin en arzu dolu
rüyalarındaki eşiydi. Ama onunla seks mümkün değildi çünkü karnından başlayarak
aşağı doğru bir balık gövdesine sahipti ve el sürmek mümkün değildi ona. Deniz
kızları denizcilere karşı çoğunlukla dostane duygulara sahiptiler ve onlara
fırtınaları haber verirlerdi. Denizkızı, nitelikleriyle cadı kavramının tam
zıddıydı.
Gemilerde
batıl inançlar, hurafeler, salamura etteki kurtçuklar kadar çoktu. Cumanın,
hele hele bir de ayın 13 ise uğursuz gün sayılması sadece biriydi hurafelerin.
Gövdenin yeşile boyanması da uğursuzluk getirirdi, geminin adını değiştirmek
de, sancağı yıkamak da. Tavşan anlamına gelen rabbit kelimesinin söylenmesi İngiliz gemilerinde kesinlikle
yasaktı. Gemide papaz, misyoner, tanrıtanımaz, avukat veya bir suçlu olması da
uğursuzluk getirirdi. Gemide kadın olduğunda ücretlerini almak istemeyen
denizciler vardı. Muhakkak ki kadınlara karşı değillerdi- tek istedikleri
onların gemilerine ayak basmamalarıydı.
Bir geminin
başını belaya soktuğuna, batıl inançlar adına inanılan semboller, kavramlar, kişiler
ve davranışların listesi Arabın yayellisi gibi uzayıp gidiyordu. Navigasyondaki
belirsizlik ne kadar büyükse bütün bu batıl inançlar da o derece yaygındı. 300
yıl öncesinde navigasyon için denizcilerin elinde, doğanın gözlemlenmesi ve
geride bırakılmış mesafe, rota, düşme ve akıntı göz önüne alınarak bulunan
mevkiinin tahmin edilmesinden başka neredeyse hiçbir şey yoktu. Pusula,
parakete, sekstantın öncülü olan oktant gibi aletler sıhhatli çalışmıyordu ve
zaman ölçümü hiç de hassas değildi. Deniz haritalarına güven duymak da mümkün
değildi. Yelken manevraları uzun sürerdi, teknelerin yelken kabiliyetleri modern
yatlarla karşılaştırıldığında berbattı. Denizciler o dönemlerde, her an karaya
sürüklenmenin ve tekneleriyle beraber denizin dibini boylamanın korkusuyla
yaşıyorlardı.
Gemilerde
kadınların olmasının uğursuzluk getireceği sadece bir hurafe, bir boş inançtan
ibaret de değildi aslında. Uzun seyirler sırasında, bu kapalı erkek
toplumlarında kadınlar olduğunda denizciler arasında kolaylıkla kavga ve
kıskançlık ortaya çıkabileceği biliniyordu. Bunun sonu kaos ve isyana kadar
varabilirdi ve kesinlikle önünün alınması gerekirdi.
Netice olarak
su içinde katmerli, kuyruklu bir yalandı denizcilikte kadınlarla ilgili
söylenenler. Çünkü belanın, şanssızlığın müsebbibi kadınlar değil, tam tersine
erkeklerdi, kadınlar olnalarla beraber seyahat ettiğinde nasıl hareket
edeceklerini bilmeyen erkekler. Huzursuzluğa ve belaya neden olan kadınlar
değil erkeklerdi.
Denizde Günah
Klaus Hympendahl
GEMİLER & KADINLARI
Büyük yelkenliler döneminde gemiler onları kullanan
erkekler tarafından hep dişil varlıklar olarak görülmüşlerdi. Kaptanlar gemilerine “benim kızım” derlerdi
ve gemideki herkes bir kadından söz eder gibi konuşurdu onun hakkında. Bu ezelden beri böyle değildi gerçi, ama daha Ortaçağ'ın
sonlarından başlayarak teknelere neredeyse sadece kadın adları verildi. Örneğin
bilindiği gibi Colombus’un keşif gemilerinin isimleri Nina- Pinta ve Santa
Maria’ydı.
Eski Mısırlılar için gemiler şans getiren dişil varlıklardı.
Antik Yunan dünyasında da gemilerin isimleri kadın isimleriydi, Yunanlılar
gemilerine tanrıçaların isimlerini vermeyi severlerdi, küçük teknelere de yarı
tanrıçaların.
Orta Çağda bunların yerini azizlerin isimleri aldı. Ama bunların
yanında hayvan isimleri ve mitolojiden alınma adlar da kullanıldı.
Bu gelenek Avrupa’da Protestanlığın gelişimi ile değişime
uğradı. Gemilere yine kadın isimleri verilmeye başlandı, kaptan ya da gemi
sahibinin karısının veya kızlarının isimleriydi bunlar çoğunlukla. Böylece kadınların
gemileri isimlendirerek, tabii ki kendi isimlerini, kızaktan indirmesi geleneği
oluştu. 1811 yılında İngiliz Hükümdarı askeri gemilerin
Kadınlar tarafından isimlendirilip kızaktan indirilmesini
mecburi hale getirdi. Hiç kimse bir
denizci kadar batıl inanışların esiri olamazdı. Bir geminin isminin
değiştirilmesinin uğursuzluk getirdiğine inanırdı denizciler ve bu nedenle “kadınların
isminin değişmesini istemezlerdi”.
İngilizcede bir gemiden söz ederken dişil “she” zamiri
kullanmak doğaldır. Söz konusu olanın klasik bir yelkenli gemi, bir ticaret
gemisi ya da bir yat olması hiçbir şey fark ettirmez. Sadece savaş gemileri
eril “he” zamiri ile tanımlanır. (Eskiden man
of war, bugün warship). Diğer
taraftan Fransızlar için gemileri erildir.
Dönemin büyük yolcu gemilerinden La
France bu şekilde
adlandırıldığında ciddi ciddi kafa
yorulmuştu gemiyi Le France şeklinde mi
adlandırmak gerekir diye.
Niçin genel olarak gemiler dişil varlıklar olarak
görülürler?
Bir gemiye tıpkı bir insan gibi büyüyen, olgunlaşan bir
varlık olarak bakılırdı. Herkes geminin tersanede nasıl yavaş yavaş oluştuğuna
şahit olurdu. Bir geminin tersanede oluşması için gereken zaman sıklıkla bir
bebeğin ana karnında geçirdiği zamana denk gelirdi. Bugün dahi klasik
yöntemlerle çalışan gemi yapımcılarını, sanatlarını icra ederken izleme fırsatı
bulursanız gemilerin “dişilliğini” çok daha iyi anlayabilirsiniz. Özellikle
ahşap gemi yapanlar teknelerinin hatlarına büküm verirler. Büküm, teknenin eğim
verilmiş çizgilerinin, örneğin güverte çalımının veya su hattının kusursuz bir
kıvrım yapmasıdır. Gemi yapımcısı bu iş için eğip bükebileceği özel büküm
lataları ve en uygun kıvrımı sağlayabilmek için büküm ağırlıkları kullanır.
Gemi yapımcısı tekrar tekrar bırakır elindeki işi ve
uygun bir mesafeye geri çekilip ona uzaktan bakar, çeşitli açılar ve uzaklıklardan
verdiği kıvrımları inceler, sonra değiştirir, ölçer biçer ve neredeyse sevgiyle
okşarcasına gezdirir elini o kıvrımların üzerinde.
Belki de kıvrımla oynanan bu oyundur denizcilere bir
kadının kıvrımlarını anımsatan. Bir Amerikan
yelken dergisinin başyazarı teknelerden bahsederken “kıvrımlar senfonisi”
kavramını kullanmıştı.
Evlerin ve diğer yapıların aksine gemilerde çok miktarda
yuvarlak, yuvarlatılmış veya bombe verilmiş hat vardır. Bu büyük oranda
teknenin gövde yapısından kaynaklanır. Buna güvenlikle ilgili kaygılar da
eklenir. Yaralanmalara sebep olmasın diye mümkünse hiçbir şeyin köşeli ve
keskin kenarlı olmamasına özen gösterilir. Bu nedenle bir teknede denizcilere
kadınları ve onların kıvrımlarını hatırlatan çok fazla detay vardır. Bir
İngiliz kısa ve öz olarak şöyle demiş: “Bir
gemi bir erkekten çok daha fazla bir kadına benzer. Tıpkı bir kadın gibi insanı
büyüleyen bir aşk ve istek uyandırır insanın içinde.”
Nasıl bir gemi dişil bir varlık olarak görülüyordu ise bazı
denizci uluslar da denizle bir tür erotik ilişki içerisindeydiler. Uzun yıllar
boyunca dünyanın en önemli şehir devleti olan ve olağanüstü zenginliğini
denizciliğe borçlu olan Venedik “Denizin
Yavuklusu” olarak adlandırılırdı. Çünkü Venedik’ te her yıl ”Spozalizio del Mar” kutlanırdı. Kökenleri 11.Yüzyıla kadar uzanan bu seremonide
Venedik Cumhuriyeti’nin en üst düzey yöneticisi olan doge (Doç) sembolik bir
törenle Adriya Denizi ile evlenir. Her yıl Hz. İsa’nın göğe çıkışının kutlandığı yortuda
doç, Bucentaur
isimli gemisi ile Adriya
denizine yelken açar ve denizin dalgalarına bir evlilik yüzüğü atardı. Bu düğün,
deniz gücü Venedik’in denizle ne kadar yekvücut olduğunu sembolize ederdi.
Ancak bekâretin kaybedildiği ilk seferden geride
bıraktıktan sonra anlardınız ikisinin de gerçek değerini ve her ikisi de
yaşlandıkça daha fazla ihtimam isterdi. Sadece elbiselerle ilgili olarak
gemiler ve kadınlar farklıydılar; gemiler en iyi ve en pahalı yelkenlerini ki
yelkenler gemilerin elbiseleriydi, en kötü havalarda giyerlerdi.
./…
Öyle görünüyor ki bu dönemde sanatçılar ideal kadın tasvirine
kimin ulaşacağı yarışı içindeydiler. O nedenle boğazına kadar bütün düğmeleri
kapalı gömlekler içinde kadınlar görmek mümkün ise çıplak kadınlar görmek de o
kadar mümkündü.
Denizcilerin birçok batıl inancından birine göre teknede
bulunan çıplak bir kadın fırtınanın şahlandırdığı dalgaları sakinleştirebilirdi.
Bu batıl inanç, gemilerin burunlarında vücutlarının üst kısmı çıplak kadın
figürlerinin git gide daha sık görülmesinin belki de en önemli nedeniydi. Her
halükârda denizciler burunda oturup “kadınlarını”
hülyalı bakışlarla seyretmeye bayılırdı. Limana gelindiğinde “kadınlarının”
seyir sırasında dalgalar nedeniyle çabucak aşınan boyasını tamire bir sürü
denizci gönüllü olurdu.
1891’dedenize indirilen İngiliz gemisi Wanderer’in burnundaki hanımefendiye birkaç
denizci âşık bile olmuştu. Bu hanımefendi çok açık ten renkliydi ve soğuk bir
güzelliğe sahipti. Fakat anlaşılan kuzeyden gelen soğuk güzel gemiye pek şans
getirmedi, kaptan ve adamlarından bir kaçı düşen gabya sereni altında kalarak
öldüler. Daha sonra hangarda yangın çıktı, gemi birçok kez kaza geçirdi ve
sadece 16 yıl hizmet verdikten sonra bir fırtınada battı.
Herhalde tüm zamanların en şehvetli gemi burnu heykeli
İsveçli sanatçı Johan Tornstrom tarafından 19. Yüzyılın başlarında
yaratılmıştı. İsveç fırkateyni La Coquette’in
ismiyle müseccel burnundaki heykel iri göğüslerini elleriyle destekleyen bir
orospuyu tasvir ediyordu.
Şimdi ise bir gemi burnu kadınına duyulan adeta bir
takıntı haline gelmiş tutkunun hikâyesi: Bir İtalyan firkateyni tarafından 1866
yılında denizde dalgalara kapılmış yüzerken bulunan bir gemi burnu kadını, La
Spezia denizcilik müzesinde sergilenmektedir. Hanımefendinin sergilendiği
vitrinin hemen yanındaki plakette aslen Atlanta
isminde bir gemiye ait olduğu yazılıdır. Zamanında yapılan araştırmalar Atlanta
isminde birçok geminin varlığını ortaya koymuştu: hangisinin bu Atlanta olduğu
ise tespit edilememişti.
Atlanta Yunan mitolojisinde çobanlar ülkesi Arkadya’dan
gelen iffetli ve güzel bir kral kızıydı. O kadar hızla koşabiliyordu ki Atlanta,
sayıları hiç de az olmayan talipleri ona yetişemiyordu. Ona malup olan taliplerinin
cezası ölümdü. Sonunda bir kralın oğlu olan Hippomes koşu sırasında ayaklarına
altın bir elma atarak onu kazanabilmişti. Atlanta atın elmayı yerden almak için
durunca yarışı kaybetmişti.
Atlanta’nın burdundaki tik ağacından yapılmış hanımefendi
de olağan üstü güzellikteydi. Bir gizem hâkimdi bu kadına hatta belki bir
lanet. Restore edilen hanımefendiye birçok kişi âşık oldu. 1923 yılında genç
müze bekçilerinden biri o derece âşık olmuştu ki ona, saatlerce dudaklarını
öpüyor ve göğüslerini okşuyordu heykelin. Arkadaşları onunla alay ettiler, ta
günün birinde limanda parçalanmış cesedini bulana kadar.
Savaşın sürdüğü 1943 yılında bir Alman askeri figürü gördü.
Bundan sonra tekrar tekrar müzeye gelmeye ve saatlerce gözünü kırpmadan “Atlanta”sını
seyretmeye başladı. Günün birinde heykeli kaldığı yere götürmesine izin
verildi. Kendisini buraya kapatan asker yalnız başına saatler geçiriyordu
Atlanta’yla. 1944 Ekiminde taptığı kadının önünde cesedi bulundu. Kendisini
vurmuştu. Veda mektubunda şunlar yazıyordu: “Beni hiçbir başka kadın hiçbir
zaman senin gibi büyüleyemeyeceği için sana hayatımı veriyorum, Atlanta”
Müze müdürü Prof. Luigi Monti bunun üzerine heykeli
depoya kaldırttı- iki ölü yeterliydi. Artık hiçbir müze ziyaretçisinin onu
görmesine izin verilmeyecekti. Bu karar şiddetli protestolarla karşılandı. Halk
Atlanta’sını tekrar istiyordu ve sonunda hanımefendi tekrar müzedeki yerine
geri döndü. Bugüne kadar başka bir olay da olmadı.
Denizde Günah
Klaus Hympendahl
8 Şubat 2014 Cumartesi
"HEEEEAAADS!" ya da (KAFALARA DİKKAAAT !!!)
Denizciler orlop
da denen alt güvertede uyurlar, yemek yer, zaman geçirirlerdi. Ufak
teknelerde alt güverteye logis (yatakhane)de denirdi.
Bazı büyük gemilerin birden fazla güvertesi olurdu. Böyle olduğunda denizcilerin zamanlarını geçirip uyudukları mekânlar geminin baş tarafındaki en alt güverteydi. İngiliz savaş gemilerinde orlop güvertesi yüzlerce denizcinin barındığı bir yatakhaneydi. Bu denizcilerin her birinin 16 pus eninde bir hamağı olabiliyordu- yani 40 cm. eninde daracık bir yaşam alanı. Aşağıdaki bu dünya, balık yağı yakılan lambalardan gelen titrek ışık dışında hiç ışık almaz, gün ışığı görmezdi. Adamların ter kokuları, yıkanmamış ayaklardan, kirli çamaşırlar dan, gübre şerbeti kıvamına gelmiş sintine suyu, çürümüş fare ölüleri, kusmuk ve her türlü insan pisliğinden yükselen berbat kokuya karışırdı.
Bir denizci çişini etmesi gerektiğinde bunu rüzgar altı tarafına geçip ayakta hallederdi. Tuvalet teknenin baş tarafında galion (Talimar başı- kemane) denen yerde olurdu. En öndeki figür ile geminin başı arasına bir platform yerleştirilir ve bu platformun üzerinde umumi helâlarda olduğu gibi delikler olurdu. Bu deliklerden birinin üzerine çömelip “işini hallederdi” denizci. Bazı gemilerde bu platformun üzerine basit bir işçilikle bir iskelet inşa edilir ve denizciler “rahatlama oturağı” da denen bu iskeletin üzerine oturabilirlerdi. Kuvvetli rüzgâr olduğunda “işin” uçma ihtimali belirir, o zaman işini halleden denizci arkadaşlarını, kafalarını bordanın dışına sarkıtmamaları için “Heads !” ( kafalara dikkat! ) diye bağırarak uyarırdı. Bugün de özel teknelerde tuvalete “head” deniliyor. Her rahatlama oturağının denize kadar sarkan bir halatı olur ve bu halatın saçaklanıp tiftiklenmiş ucuyla denizciler kıçlarını temizlerdi.
Bazı büyük gemilerin birden fazla güvertesi olurdu. Böyle olduğunda denizcilerin zamanlarını geçirip uyudukları mekânlar geminin baş tarafındaki en alt güverteydi. İngiliz savaş gemilerinde orlop güvertesi yüzlerce denizcinin barındığı bir yatakhaneydi. Bu denizcilerin her birinin 16 pus eninde bir hamağı olabiliyordu- yani 40 cm. eninde daracık bir yaşam alanı. Aşağıdaki bu dünya, balık yağı yakılan lambalardan gelen titrek ışık dışında hiç ışık almaz, gün ışığı görmezdi. Adamların ter kokuları, yıkanmamış ayaklardan, kirli çamaşırlar dan, gübre şerbeti kıvamına gelmiş sintine suyu, çürümüş fare ölüleri, kusmuk ve her türlü insan pisliğinden yükselen berbat kokuya karışırdı.
Bir denizci çişini etmesi gerektiğinde bunu rüzgar altı tarafına geçip ayakta hallederdi. Tuvalet teknenin baş tarafında galion (Talimar başı- kemane) denen yerde olurdu. En öndeki figür ile geminin başı arasına bir platform yerleştirilir ve bu platformun üzerinde umumi helâlarda olduğu gibi delikler olurdu. Bu deliklerden birinin üzerine çömelip “işini hallederdi” denizci. Bazı gemilerde bu platformun üzerine basit bir işçilikle bir iskelet inşa edilir ve denizciler “rahatlama oturağı” da denen bu iskeletin üzerine oturabilirlerdi. Kuvvetli rüzgâr olduğunda “işin” uçma ihtimali belirir, o zaman işini halleden denizci arkadaşlarını, kafalarını bordanın dışına sarkıtmamaları için “Heads !” ( kafalara dikkat! ) diye bağırarak uyarırdı. Bugün de özel teknelerde tuvalete “head” deniliyor. Her rahatlama oturağının denize kadar sarkan bir halatı olur ve bu halatın saçaklanıp tiftiklenmiş ucuyla denizciler kıçlarını temizlerdi.
./...
Denizde Günah
Klaus Hympendahl
7 Şubat 2014 Cuma
6 Şubat 2014 Perşembe
SAF KAN BİR AMERİKALI
Ne yazık ki bana kadar ulaşan elimde hiç fotoğraf yok.
Babam, 1920 doğumluydu. 1936-39 arasında İstanbul’da ilk
shapie’yi kullandığını anlatırdı. Teknenin adının “Kuş” olduğunu biliyorum. Yaz
aylarında, Sarıyer’de yalının rıhtımına bağlı tonoz üzerinde, kışında yalının
bahçesinde koruduklarını çok dinledim.
1936 aynı zamanda Türk Boğazlarını Montreux sözleşmesi
ile Uluslararası statüye kavuştuğu yıl. Günümüzde olduğu kadar devasa ve yüksek
tonajlı gemiler yok. Trafik de bu kadar yoğun değil.
Bazen tek başına, bazen de 2 arkadaş yukarı Boğaz’da bu
sharpie ile fink atıyorlar, Boğaz’dan yukarı Karadeniz’e çıkıyorlarmış. Zaman
zaman kuzeyli rüzgarlarla Boğazı indiklerini, Adalara gittiklerini, dönüşte
Hisarlar’dan huni ağzından çıkarcasına hızlı akıntıyı geçebilmek için
Ortaköy’den itibaren Balta Limanı’na
kadar kâh sahile bir kürek boyu mesafede pazıya kuvvet, daha zor akıntılarda
biri teknede diğeri sahilden iple çekerek eve dönerlermiş. Daha olmadı, buharlı römorkörlerin peşlerine takıp Karadeniz
ağzına kadar götürdüğü çektirmele re bir koltuk atıp tıngır mıngır Sarıyer’e
geri dönerlermiş.
Bana “Kuş”un çok hızlı, söz dinleyen, her yere kolaylıkla
girebilen, atak bir tekne olduğunu anlatırdı.
Bugün yaşları 65 ve üzerinde olanlar İstanbul’da
sarpie’leri hatırlıyorlar. O dönemin yelken kulüplerinde sınıfları var.
Yarışıyorlar Hatta bir de not: Türk Amatör denizciliğinin en yaşlı
teknelerinden biri olan "Seddülbahir" de Yücel Köyağasıoğlu'nun
dayısı tarafından satın alındığında bir sharpie imiş. Sonradan armayı tadil
etmişler.
Diğer taraftan insanlar denize çıkmak için türlü sıkıntılara katlanıp bütçelerinden
önemli bir bölümü “marka fetişizmi” ile pekişen yönlendirmeler ile denizcilik
kaliteleri tartışılır seri üretim tekneleri alıyor veya hedefliyorlar.
Oysa denize çıkmak, yelken yapmak, teknede bir hafta sonu
geçirmek hiç de yüksek bütçeler gerektirmeyen bir uğraş. Tabii marka
fetişizminden kendini arındırabilmiş, eli bir nebze alet edevat tutanlar veya
az da olsa yardım alabilecekler için binlerce amatör yapımına uygun plan uygun
fiyatlara internette satılıyor.
İşte SHARPIE’de bu kolay ve ucuz maliyetli, üstelik bir
geçmişi, tarihi olan, 60 yıl öncesine kadar İstanbul ve İzmir amatör
denizcilerinin kullandıkları, yarıştıkları bir tekne. Bir başka deyişle, her ne
kadar “yerli” değilse de “evrensel” ve tabii eskimeyen bir klasik.
Sharpie, Amerikan saf denizciliğinin üretimidir. Yankee
marifeti ve deniz adamının adaptas yon yaratıcılığının simgesidir.
19.yy’ın ortalarında Connecticut istiridye avcılarının
çalışma normlarına uygun olarak, form olarak diğer teknelerden çok farklı,
sürekli gelişerek ve değişime uğrayarak, Amerika sahil balıkçılığında doğdu.
50 yıllık zaman dilimi içinde yöresel genişlemesi ve
kullanımın hızla arttığı tek tekne tipidir. Bu müthiş yaygınlaşma yeni doğan
Amerikan pragmatik ruhuna çok uyumlu bir amerikan keşfidir.
İhtiyaçlara göre estetik olarak da gelişen, alımlı, hızlı,
ekonomiktir. Pekçok ticari amaçlı tipi yanı sıra Amerika ve dışında gezi ve
yarışlara da uygun olarak tasarımlandı ve hatta açık okyanusa’da çıktı.
Howard I Chapelle onu, düşük maliyetine göre hizmeti sırasında
hızlı hafif, yelkende rahat idare edilebilir, hoş görünümlü ve şaşırtıcı
derecede denizci olarak tanımlıyor.
Nedir bu kadar sitayişe konu olan sharpie?
Wikipedia, düz tabanlı (dolayısıyle düz bordalı), aşırı
derecede sığ (Az su kesen), salmalı, ince, uzun yelken teknesi olarak
tanımlıyor.New Haven, Connecticut, Long Island bölgelerinde istiridye avı için
ortaya çıkıp daha sonra yaygınlaştığını söylüyor.
New Haven sharpie’si 27Ft ( 8.23Mt) boyunda, bir veya iki
kişi kullanılabilen cat-ketch armalı, biri en önde, ikincisi vasatta ve
üçüncüsü kıça yakın üç direk ıskacalı, yaz aylarında baş ve orta iskaçada 2 direkle, kış aylarının
sert rüzgarlarında orta ıskacada tek direkle kullanılan kendine has bir
tekneydi.
Sharpie’lerin çoğunluğu ÇARMIHSIZ cat-katch arma ile
donatılıyordu. Çok eminim ki yine başka
bir saf Amerikan balıkçı teknesi Cat Boat’lar da hem Cat armalarını hem de
çeneli yapılarını sharpie’lerden miras aldılar.
Carolina ve Florida’da kullanılan daha büyük modelleri
ÇARMIHLI randa uskuna arma ile donatıldı ve flok eklendi.
Chesapeak Körfezi, Carolina, Ohio gölü ve Florida açık
sularına ulaştıklarında derin safralı tekneler oldular.
EGRET – Daha once 32 ve 36 Ft sharpie’leri olan Komodor
Ralph Munroe 1886 yılında deneyimlerinden yola çıkarak Egret’I tasarladı
“Staten Island” ismini verip Key West’e sattı. Günümüzde planları Wooden Boat
Magazine tarafından ölümsüzleşti ve satışa sunuldu.
Egret yüksekçe bordası aykırı olmakla birlikte tipik
baş/kıç bir bir sharpie’dir. Tıpkı dory’ler gibi yüklendikçe stabilitesi artan,
yol alışı sırasında aynası olmadığı için türbülans yapmayan hızlı bir teknedir.
Kendine has özelliklerinde dolayı Munroe tekneye “cankurtaran sharpie” demiş.
Günümüz tasarımcıları bu plandan yola çıkarak bazen
sharpie ve dory’yi bir arada çağrıştır- mak
için “Shorie” diyorlar.
1800’lü yılların sonuna doğru Komodor Munroe ve
takipçileri formu daha da geliştirdiler. Thomas Clapham V tabanlı, Larry
Huntington yuvarlak karinalıları ortaya çıkarttı. Çağdaş tasarımcılar Bruce Kirby ve Ruer Parker bu planlardan yola
çıkarak yeni ve modern sharpie’ler tasarladılar.
Benim de yıllardır inatla vurguladığım tez olan “gezi
tekneleri iş teknelerinin ardılları olmalıdır” düşüncesini savunan Howard I
Chapelle sharpi’lerin gönüllü avukatlığını üstlenip pek çok küçük ve büyük
modeller çizdi.
Howard I Chapelle'i 1957 yılında Türk Hükümeti tarafından
davet edilip Et ve Balık Kurumu için derlediği "Türkiye tekneleri ve
Balıkçılığın gelişmesi için öneriler" raposundan da tanıyoruz. Yani bize
çok da yabancı biri değil.
Yukarıda da söylediğim gibi Chapelle
sharpie'lerin yaygınlaşması için çok çabalamış.
İşte en yaygın modellerinden biri: 14Ft Sharpie
Bu Sharpie'lerle ilgili "amentü" kitaplarından
biri de Reuel B. Parker'ın "The Sharpie Book". Ben de yukarıdaki
derlemeyi buradan yaptım. O da 14 Ft'den başlayıp 26Ft kamaralı modele kadar
çıkıyor. Bütün modellerin inşa özellikleri ve offset tablolarını da vermiş.
Yani istediğin modeli beğen yap. Kitapta yayımlanıp en çok yapılanlardan biri de
"18Ft modified" modeli. Bakalım beğenecek misiniz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)