Zamanımızdan altmış yıl kadar önce Kostantıniyye bahrı
sathında yolcu taşımakla mükellef, o zamanın adları ile yolcu vapurları, dolmuş
motorları ve arabalı vapurlar ile deniz otpisleri (otobüs de olabilir) Yeni
Cumhuriyetimizin Caponlara, Hunlulara inşa ettirdiği devasa köprülerin
sayesinde seferlerden men edildiler. Bosphorus nâm eski boğazdan da âli cenap
Devletimizin himmeti ile sadece geçiş parası ödeyemeyecek kadar fakir
devletlerin küçük ticaret gemilerine izin veriliyor. Diğerleri Yeni Boğaz’ı
kullanıp Devletimize hem çil çil geçiş rüsumu ödüyor hem de duacı oluyorlar.
Hamdolsun !
Pek yakın tarihte köprülerin de bir anlamı kalmayacak.
Görüyorsunuz, seyyar mobiller günümüzde “piloşöfer” dâhil sekiz kişi taşır
halde semalarımızı doldurmaya başladılar bile. Yakın tarihte de hâklimiz devasa
metruçaklar ile o yakadan bu yakaya seyyahat edecekler.
Bütün bunları zaten bilen hâkimize neden anlatıyorum? Var
tabii bir hikmeti!
Yine son 15 yıldır Yeni Cumhuriyetimizin bilâ kaydı şart
maddi ve manevi desteğine mazhar olmuş “zeman makinesi” bilim adamlarımız,
birokratlarımız, hukukçularımız, tüccarlarımız, ulemamız, hariciyemiz mensuplarının insanüstü çabaları
ile artık, beşere tanıtma safhasına ermek üzere. Hal bu minvalde iken, tabii, toplumumuzda
itikadı sağlam, sözü sohbeti dinlenir, hâlkımizin ağzının içine bakıp “Bu gün
ne hikmet yumurtlayacak?” diyerek bekleştiği bazi zevatı da davet edip bu
“çağın makinası” ile zeman yolculuklarına çıkartıyorlar. Bendeniz fakiri de
eksik olmasınlar davet ettiler. Tabii bu davete heman icabette kusur etmedim.
Tesadüf eseri bilimci âdemler, içine girip maroken koltuğa
oturup, elime de letafet bir şerbet tutuşturup sakinlememden sonra, bu
makinenin devasa zaman çarkının kolum kadar ibresini 2014 senesinin Eylul ayına
sabitlemişler. Bulunduğum madeni fıçının içine seda borusu ile
bildirdiler. Tahayyül ediniz bir!
Zamanımızdan tam tamına yüz yıl öncesine! Ne büyük bir macera!
Bir zeman geçtikten sonra oturduğum rahat maroken koltuğun
tabanı açılıverdi ve ben kendimi hooop ve cuppalak sesleri arasında bir sahil
kenarına düşmüş buldum. Etraf leş gibi
lağım, çürük meyva, zebze, leş kokuyor.
Önce dizlerimin üzerine sonra da neticeme oturup etrafıma,
kendime baktım. Bilim ne kadar ilerledi! Hamdolsun! Esvaplarım cebimdeki
akçeler, ayağımdaki yemeniler, başımdaki serpuş bile ziyaretine geldiğim yıla
ait.
Ayaklandım ve yürümeye başladım. Helecandan susamışım, az da
bitkinim. Sağım solum mahşer yeri gibi. Âdemler, nisalar oradan oraya acele
acele seyirtip duruyorlar. Her yandan artık bizim nadiren duyduğumuz siren
sesleri, küfür kıyamet gırla. Sanırsın bütün cemaat Sûr borusunu üflemiş de
cennete yer kapmaya hamle etmişler.
Dirsek atanlar, önündekinin topuğuna basanlar, çelme takanlar, itiş
kakış bir şeylere binmeye çalışanlar, diğer kapılarda küfür kıyamet inmeye
çabalayanlar… Vel hâsıl bir garip dünya.
Az ileride, içeride genç âdemlerin birer monitör başında
kendi dünyalarına dalmış ne yaptıkları belirsiz bir izbe var. Toparlanıp
gittim. Kapıdan girdim. Anlaşabilmemiz zor oldu. İçerdekiler benimle “Uzaydam
nı düştün Beybaa?” diye maytap geçti. Terbiyesizler! İlkeller! Sonunda imana gelip
elime bir işe renkli, gazlı mayi verdiler bir de monitörün başında bir
sandalye. Avucumda uzattığım akçelerin de hepsini aldılar. Haydut kılıklılar!
Benden önceki müşteri her şeyi açık bırakıp gitmiş. Gözüm
takıldı tabi. Merak işte! Eski Türkçeyi
maşallah iyi kıraat edip öğrendim zamanında. Okumaya başladım.
Ve tabii neye uğradığımı şaşırdım. Bir müellif, benim kendi zemanımda kaleme aldığım
“Tarihimizde Bağzı Deniz Yazarları ve İşe yaramaz Düşünceleri” adlı risalemden
alıntılar yaparak nâmımı ve adresemi bile eksik bırakmayarak bir hayali
kahvehane sayfalarına derc etmiş. Hopalaaa! Nasıl olur? Yoksa ? Yoksa onlarda
da zeman maşinası var mıydı?
Gazlı, renkli maiyi yudumlarken deruni düşüncelere daldım.
Hem de gururlandım tabii. Öyle midir, böyle midir, yoksa şöyle midir derken sağ
elim bir düzeneğe değince sayfa monitörde aşağı akmaya başladı ve durdu.
Amanin! Âdemoğlu her devirde aynıdır. Çiğ süt emmiştir. Bu
bahsi geçen kahvehane müdavimlerin ikisi benim risaleyi kahvehane duvarına
koyan müellifin tatlı canına kast etmişler. Sebep ise akıllara seza! Ney miş?
Birinin müthiş fikirleri varmış amma yazma yeteneği yok muş. Diğerinin ise
yazma yeteneği alülüalâ imiş. İş birliği idüp zavallı, saf müellifin karşısına
devv bir ortak romanla çıkıp garibi bu tatlı dünyadan silecekler miş. Aman
Allahım. Ben nasıl bir dünyaya düştüm?
Üstelik iki hempadan iyi yazanı “ O huysuz ehtiyarın katli
vaciptir” Diye de aççık seçik yazmış. Vah zavallı. Katledecekler garibi.
Burada müsafirim. Az zeman sonra beni tekrar 2114’e
alacaklar ne yapabilirim diye hezeyanlar içinde düşünür, elim ayağım birbirine
dolaşmış, beyn kıvrımlarım düz birer çizgi haline gelmişken kendimi ansızın
yine içine bindirildiğim madeni fıçının içinde, maroken koltukta otururken
buluverdim. Elimde öte yanda akçe ödeyip aldığım boşalmış renkli, gazlı mayi
şişesi ile birlikte.
Demem o ki, okuyucu, haset ve kıskançlık yedi ölümcül
günahtan biridir. Sen, sen ol, bu günaha bulaşma. Öte yanda amel defterin dürülürken
meleklerin iskeleden mi sancaktan mı verecekleri ebedi hayatına yön verecek.
2115 İstanbul Yeni Boğaz cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası
Molla-ı Kebiri
Bir zeman seyahatnamesinden çıkarılacak ulvi dersler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder