2 Ekim 2014 Perşembe

BU BÖLÜM YEDİ ÖLÜMCÜL GÜNAHTAN BİRİ OLAN KISKANÇLIK & HASETİ ANLATIR.

Zamanımızdan altmış yıl kadar önce Kostantıniyye bahrı sathında yolcu taşımakla mükellef, o zamanın adları ile yolcu vapurları, dolmuş motorları ve arabalı vapurlar ile deniz otpisleri (otobüs de olabilir) Yeni Cumhuriyetimizin Caponlara, Hunlulara inşa ettirdiği devasa köprülerin sayesinde seferlerden men edildiler. Bosphorus nâm eski boğazdan da âli cenap Devletimizin himmeti ile sadece geçiş parası ödeyemeyecek kadar fakir devletlerin küçük ticaret gemilerine izin veriliyor. Diğerleri Yeni Boğaz’ı kullanıp Devletimize hem çil çil geçiş rüsumu ödüyor hem de duacı oluyorlar. Hamdolsun !

Pek yakın tarihte köprülerin de bir anlamı kalmayacak. Görüyorsunuz, seyyar mobiller günümüzde “piloşöfer” dâhil sekiz kişi taşır halde semalarımızı doldurmaya başladılar bile. Yakın tarihte de hâklimiz devasa metruçaklar ile o yakadan bu yakaya seyyahat edecekler.

Bütün bunları zaten bilen hâkimize neden anlatıyorum? Var tabii bir hikmeti!

Yine son 15 yıldır Yeni Cumhuriyetimizin bilâ kaydı şart maddi ve manevi desteğine mazhar olmuş “zeman makinesi” bilim adamlarımız, birokratlarımız, hukukçularımız, tüccarlarımız, ulemamız,  hariciyemiz mensuplarının insanüstü çabaları ile artık, beşere tanıtma safhasına ermek üzere.  Hal bu minvalde iken, tabii, toplumumuzda itikadı sağlam, sözü sohbeti dinlenir, hâlkımizin ağzının içine bakıp “Bu gün ne hikmet yumurtlayacak?” diyerek bekleştiği bazi zevatı da davet edip bu “çağın makinası” ile zeman yolculuklarına çıkartıyorlar. Bendeniz fakiri de eksik olmasınlar davet ettiler. Tabii bu davete heman icabette kusur etmedim.

Tesadüf eseri bilimci âdemler, içine girip maroken koltuğa oturup, elime de letafet bir şerbet tutuşturup sakinlememden sonra, bu makinenin devasa zaman çarkının kolum kadar ibresini 2014 senesinin Eylul ayına sabitlemişler. Bulunduğum madeni fıçının içine seda borusu ile bildirdiler.  Tahayyül ediniz bir! Zamanımızdan tam tamına yüz yıl öncesine! Ne büyük bir macera!
Bir zeman geçtikten sonra oturduğum rahat maroken koltuğun tabanı açılıverdi ve ben kendimi hooop ve cuppalak sesleri arasında bir sahil kenarına düşmüş buldum. Etraf  leş gibi lağım, çürük meyva, zebze, leş kokuyor.

Önce dizlerimin üzerine sonra da neticeme oturup etrafıma, kendime baktım. Bilim ne kadar ilerledi! Hamdolsun! Esvaplarım cebimdeki akçeler, ayağımdaki yemeniler, başımdaki serpuş bile ziyaretine geldiğim yıla ait.
Ayaklandım ve yürümeye başladım. Helecandan susamışım, az da bitkinim. Sağım solum mahşer yeri gibi. Âdemler, nisalar oradan oraya acele acele seyirtip duruyorlar. Her yandan artık bizim nadiren duyduğumuz siren sesleri, küfür kıyamet gırla. Sanırsın bütün cemaat Sûr borusunu üflemiş de cennete yer kapmaya hamle etmişler.  Dirsek atanlar, önündekinin topuğuna basanlar, çelme takanlar, itiş kakış bir şeylere binmeye çalışanlar, diğer kapılarda küfür kıyamet inmeye çabalayanlar… Vel hâsıl bir garip dünya.

Az ileride, içeride genç âdemlerin birer monitör başında kendi dünyalarına dalmış ne yaptıkları belirsiz bir izbe var. Toparlanıp gittim. Kapıdan girdim. Anlaşabilmemiz zor oldu. İçerdekiler benimle “Uzaydam nı düştün Beybaa?” diye maytap geçti. Terbiyesizler! İlkeller! Sonunda imana gelip elime bir işe renkli, gazlı mayi verdiler bir de monitörün başında bir sandalye. Avucumda uzattığım akçelerin de hepsini aldılar. Haydut kılıklılar!
Benden önceki müşteri her şeyi açık bırakıp gitmiş. Gözüm takıldı tabi. Merak işte!  Eski Türkçeyi maşallah iyi kıraat edip öğrendim zamanında. Okumaya başladım.

Ve tabii neye uğradığımı şaşırdım. Bir müellif,  benim kendi zemanımda kaleme aldığım “Tarihimizde Bağzı Deniz Yazarları ve İşe yaramaz Düşünceleri” adlı risalemden alıntılar yaparak nâmımı ve adresemi bile eksik bırakmayarak bir hayali kahvehane sayfalarına derc etmiş. Hopalaaa! Nasıl olur? Yoksa ? Yoksa onlarda da zeman maşinası var mıydı?

Gazlı, renkli maiyi yudumlarken deruni düşüncelere daldım. Hem de gururlandım tabii. Öyle midir, böyle midir, yoksa şöyle midir derken sağ elim bir düzeneğe değince sayfa monitörde aşağı akmaya başladı ve durdu.

Amanin! Âdemoğlu her devirde aynıdır. Çiğ süt emmiştir. Bu bahsi geçen kahvehane müdavimlerin ikisi benim risaleyi kahvehane duvarına koyan müellifin tatlı canına kast etmişler. Sebep ise akıllara seza! Ney miş? Birinin müthiş fikirleri varmış amma yazma yeteneği yok muş. Diğerinin ise yazma yeteneği alülüalâ imiş. İş birliği idüp zavallı, saf müellifin karşısına devv bir ortak romanla çıkıp garibi bu tatlı dünyadan silecekler miş. Aman Allahım. Ben nasıl bir dünyaya düştüm?
Üstelik iki hempadan iyi yazanı “ O huysuz ehtiyarın katli vaciptir” Diye de aççık seçik yazmış. Vah zavallı. Katledecekler garibi.


Burada müsafirim. Az zeman sonra beni tekrar 2114’e alacaklar ne yapabilirim diye hezeyanlar içinde düşünür, elim ayağım birbirine dolaşmış, beyn kıvrımlarım düz birer çizgi haline gelmişken kendimi ansızın yine içine bindirildiğim madeni fıçının içinde, maroken koltukta otururken buluverdim. Elimde öte yanda akçe ödeyip aldığım boşalmış renkli, gazlı mayi şişesi ile birlikte.

Demem o ki, okuyucu, haset ve kıskançlık yedi ölümcül günahtan biridir. Sen, sen ol, bu günaha bulaşma. Öte yanda amel defterin dürülürken meleklerin iskeleden mi sancaktan mı verecekleri ebedi hayatına yön verecek.

2115 İstanbul Yeni Boğaz cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası
Molla-ı Kebiri


Bir zeman seyahatnamesinden çıkarılacak ulvi dersler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder