Biz bunları yazmışken Sevgili Âli devamını getirmiş......
İstanbul Yeni Boğaz cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası Molla-ı Kebiri '' Huysuz Ehtiyar ''
lakabıyla maruf Cemalettun Paşa YENİ Devletu Aliyye-i Osmaniyye padişahunun
gizli bir mektubunu frenk küffarına iletmek üzere özel bir görevle geldiği
Benefşe burnunda metruk San der Ancello
kilisesi önünde 6 kulaç suda demirde (1) yatmaktadır. Görevi dikkat çekmemeyi
gerektirdiğinden bir küçük barça ve yanında güvenulur bir avuç Leventle yola
çıkmıştır.
YENİ Devletu Aliyye-i Osmaniyye bahriyesine '' ince donanma
komutanı '' olarak hizmet etmeye başlayalu tamı tamına 31 sene, 6 ay , 19 gün
ve 21 saat olmuştur. Bu süre içinde sayısız deniz cenklerine ( ;??^+%% )
katılmış ve Rabbimin izniyle hepsinden muzaffer çıkmış, padişahımızın ve İslam
aleminin yüzünü güldürmüş bulunan Paşa artık yorgundur. Emeklu olup, Sarıyer
hevalisinde bir küçük, ama elbette kayıkhaneli ; yalıcık alıp ; bundan böyle
sadece “Tarihimizde Bağzı Deniz
Yazarları ve İşe yaramaz Düşünceleri” adlı risalesini temam etmek ve şüphesiz
beş kıtanın efendisi sultanımıza sunmak istemektedir. Helbette Cemalettun
Paşanın adını beyan ettiğimiz risalesi edebiyyen Piri Reis nam ünlü denizcinin
Kitab-ı Bahriyye adlı eserinden kat be kat üstün olacaktır.
Yağ kandilinin ışığında önünde ala parşömen kağıtları ,
hokka ve dividiyle risalesi üzerinde çalışan '' Huysuz Ehtiyar '' Cemalettun
Paşanın gözleri dalar...
Bahriyede ; Nazırlıklarda ve Bab-ı Ali katında , hatta
Tophane denizci kahvelerinde bile kendisine huysuz ehtiyar dendiğini
bilmektedir.
Az evvel yediği sübye dolması ve üzerine afiyetle içtiği
(şekersiz ) Türk kahvesi nedeniyle olsa gerek , hafifçe geğirir, bir ''
estaaağfurullaah...'' çeker , elinden mors dişinden yapılma kalemini usulca
bırakır ve konuşur gibi düşünceler dalar...
'' ...Aaah, ah. Bilirler mi ki ; ben de bir zaman genç idum
; kanım kaynardı ; herkeslerle ahbapluk ederdim. Enderunda tahsilimi ikmal
ederken kendi gayretimle Galatada Cinevizlilerden Cinevizce ; Tophanedeki
kilisenin erbabından Frenkçe öğrenmiş idim. Enderundaki hocalardan Aynarozlu
Yusuf Paşanın rahlesinde, - bi epey değnek yiyerek - ; kadim lisanlardan (H)Elenceyi bu halkın pek
zaman önce bağrından çıkardığı ünlü muharrirlerin tragödya'larını dahi aslından
okuyacak kadar ikmal etmiştim.
İş bu gayret ve başarılarım hem bahriye nezaretindeki
amirlerimin dikkatini çekmiş ; hemi de zat-ı şahanemiz padişahımızın kulağına
gitmiş olmalı ki ; bir gün bir emir geldi : '' - Cemalettun Efendi dirhal
hazırlığını yapa ; bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere Venedik Cumhuriyesine
yola çıka. Tüm mesarifi bahriye nezareti kesesinden ödene. Vesselam ''.
Aaah...Benim Venedik maceram işte böyle başladı. Elbette her
şeyin en iyisini bilen Rabbimdir amma velakin ; keşkü kaderim beni Venediğe
değil de, Anadolunun en ücra sahilinde veya bir ağaç bitmez, kul yaşamaz adaya
karakol kumandanı yapsaydı...Bugün hüznüm böyyük, kalbim kırık ise hep o vaytsea adlı ummana batası Venedik şehri
yüzünden...Gerçi üç beş ada, beş on meydan , kırk elli köprü, yüzlerce kanal,
zengin ve soyluların evleri köşklerinden ibaret ; sularında burun ve kıçları
kitara sapına benzer o tuhaf karga karası kayıkların ve her daim terennüm iden
kürekçilerinin şehrinin ne günahı olacak ? Beni bu hale koyan hep ilk ve ebedi
aşkım, gönlümün tek sahibesi, Contessa di Marghera - Mascarpone'ye müteveccih
tarifi mümkinsiz, derun aşkım...
Onunla ne helecanlı, muhabbetlu günlerim saatlerim oldu.
Venedik Cumhuriyesinde pek çok ahpap da edinmuş idim. Marco
Polo nam bir uçarı genç vardı mesela...Şöyle kısa boylu ; tıknaz. Hatta şişman.
Kafasında hep komik, buruşuk bir serpuşla dolaşırdı. Gözlerinde Flemenk
ustalarının yaptığı camdan pertavsızlar. Onları alsan ; bu bi şey seçemez ;
göremez idi. Çeşutlu Frenk dilleri bilir ; ilim ve fenden anlar idi. Sanırım
esaslı biçimde riyaziye ilmi tahsil etmişse de , aklı fikri yazmakta,
yazdıklarını yayınlamakta ; çok ademe bu yolla ulaşıp ; sevgi çemberi kurma peşindeydi.
Benim gördüğüm Venedik merkez mahalleden ( kafir centro storico der ) üç evlek
mesafedeki Lido ve Pellestrina nam adacıklardan başka uzak ellere gitmemiş
olmasına rağmen bir '' Çin-i Maçin '' seyyahatnamesi yazmış , lafı uzatabilmek
; karilerini helecanlandırabilmek, yüreklerine korku salabilmek için bu hayali
seyahatinde görmüş olduğunu iddia eddiği tepegöz devleri , ağzından alev saçan
ejderleri, kendi kendune alev alıp yanan geniş toprahları , Çin Emparatorunun
tam tamına 3472 ayak boyundaki dev gemusunu sekiz kolundan sadece ikisiyle Çin
denuzunun 1000 kadem derinliklerine çeken ; Sultan Ahmed Camii'mzin tam 7 misli
büyüklüğünde ahtapot ve deniz canlılarını ; işte bu minval türlü tuhaflık ve
palavrayı hikaye eder idu.
Sonradan Venedik keferesi bunun ne uydurukçu olduğunu
anladı. O güne kadar satabilmiş olduğu hepi topu 17 adet ceylan derisi ciltli
el yazması kitabını önüne yığdılar. '' Ya bunları yersin ; ya kelleni verirsin
'' dediler. İşte tam o an ben olaya dahil oldum, bir gece küçük bir gayuk ilen
bunu Anadoluya kaçırttım. Halikarnassus nam , kal'asıyla maruf bir sahil
kasabasına çıkmış, namını Halikarnaslı Cücü Efendi Kaptan olarak değiştirmiş ;
az buçuk kırık dökük bir Türkçe öğrenmiş...Huylu huyundan vaz geçmez demişler a
; imdi bizim illerde yazar-çizermiş...Dönüşte o limanda bir mola versem, görsem
şu keratayı...Tıpkı gençliğimizdeki gibi kafasından serpuşunu, gözünden
pertavsızlarını çeksem ; vermesem.''
İstanbul Yeni Boğaz
cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası Molla-ı Kebiri Cemalettun Paşa bunları
düşünürken, gemisi hafifçe sallanır. Dışarıdan önce boğuk sesler duyulur.
Derken ses ve gürültü artar. Gemideki bir kaç leventin Allah ALLAH ! nidaları,
kılınç şakırtıları duyulur. Cemalettun Paşa ağrıyan dizleri ( onca sene
denizlerde geçen hayat Paşamızın ağır romatizma hastası olmasına neden olmuştur
) ve sızlayan eklemleriyle , son 13 yıl, 7 ay ve 3 gündür artık eline almadığı
ve nereye koyduğunu unuttuğu kılncını ararken kapı kırılır...İçeri bir düzine
Venedik askeri dolar ; Paşayı dert dest edup, gözlerini bağlayıp meçhule giden
bir geminin ambarına kilitlerler.
(1) Cemalettun Paşanın kaç metro demir zenciri koyverdiğini
bilemiyoruz. O dönemde zincirlerin renkli kablo tutucularıyla işaretlenmesi
henüz icad olmamıştı. Bu buluşu çok sonraları büyük Türk denizcisi
Halikarnassoslu Cücü Efendi Kaptana borçluyuz.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder