Büyük yelkenliler döneminde gemiler onları kullanan
erkekler tarafından hep dişil varlıklar olarak görülmüşlerdi. Kaptanlar gemilerine “benim kızım” derlerdi
ve gemideki herkes bir kadından söz eder gibi konuşurdu onun hakkında. Bu ezelden beri böyle değildi gerçi, ama daha Ortaçağ'ın
sonlarından başlayarak teknelere neredeyse sadece kadın adları verildi. Örneğin
bilindiği gibi Colombus’un keşif gemilerinin isimleri Nina- Pinta ve Santa
Maria’ydı.
Eski Mısırlılar için gemiler şans getiren dişil varlıklardı.
Antik Yunan dünyasında da gemilerin isimleri kadın isimleriydi, Yunanlılar
gemilerine tanrıçaların isimlerini vermeyi severlerdi, küçük teknelere de yarı
tanrıçaların.
Orta Çağda bunların yerini azizlerin isimleri aldı. Ama bunların
yanında hayvan isimleri ve mitolojiden alınma adlar da kullanıldı.
Bu gelenek Avrupa’da Protestanlığın gelişimi ile değişime
uğradı. Gemilere yine kadın isimleri verilmeye başlandı, kaptan ya da gemi
sahibinin karısının veya kızlarının isimleriydi bunlar çoğunlukla. Böylece kadınların
gemileri isimlendirerek, tabii ki kendi isimlerini, kızaktan indirmesi geleneği
oluştu. 1811 yılında İngiliz Hükümdarı askeri gemilerin
Kadınlar tarafından isimlendirilip kızaktan indirilmesini
mecburi hale getirdi. Hiç kimse bir
denizci kadar batıl inanışların esiri olamazdı. Bir geminin isminin
değiştirilmesinin uğursuzluk getirdiğine inanırdı denizciler ve bu nedenle “kadınların
isminin değişmesini istemezlerdi”.
İngilizcede bir gemiden söz ederken dişil “she” zamiri
kullanmak doğaldır. Söz konusu olanın klasik bir yelkenli gemi, bir ticaret
gemisi ya da bir yat olması hiçbir şey fark ettirmez. Sadece savaş gemileri
eril “he” zamiri ile tanımlanır. (Eskiden man
of war, bugün warship). Diğer
taraftan Fransızlar için gemileri erildir.
Dönemin büyük yolcu gemilerinden La
France bu şekilde
adlandırıldığında ciddi ciddi kafa
yorulmuştu gemiyi Le France şeklinde mi
adlandırmak gerekir diye.
Niçin genel olarak gemiler dişil varlıklar olarak
görülürler?
Bir gemiye tıpkı bir insan gibi büyüyen, olgunlaşan bir
varlık olarak bakılırdı. Herkes geminin tersanede nasıl yavaş yavaş oluştuğuna
şahit olurdu. Bir geminin tersanede oluşması için gereken zaman sıklıkla bir
bebeğin ana karnında geçirdiği zamana denk gelirdi. Bugün dahi klasik
yöntemlerle çalışan gemi yapımcılarını, sanatlarını icra ederken izleme fırsatı
bulursanız gemilerin “dişilliğini” çok daha iyi anlayabilirsiniz. Özellikle
ahşap gemi yapanlar teknelerinin hatlarına büküm verirler. Büküm, teknenin eğim
verilmiş çizgilerinin, örneğin güverte çalımının veya su hattının kusursuz bir
kıvrım yapmasıdır. Gemi yapımcısı bu iş için eğip bükebileceği özel büküm
lataları ve en uygun kıvrımı sağlayabilmek için büküm ağırlıkları kullanır.
Gemi yapımcısı tekrar tekrar bırakır elindeki işi ve
uygun bir mesafeye geri çekilip ona uzaktan bakar, çeşitli açılar ve uzaklıklardan
verdiği kıvrımları inceler, sonra değiştirir, ölçer biçer ve neredeyse sevgiyle
okşarcasına gezdirir elini o kıvrımların üzerinde.
Belki de kıvrımla oynanan bu oyundur denizcilere bir
kadının kıvrımlarını anımsatan. Bir Amerikan
yelken dergisinin başyazarı teknelerden bahsederken “kıvrımlar senfonisi”
kavramını kullanmıştı.
Evlerin ve diğer yapıların aksine gemilerde çok miktarda
yuvarlak, yuvarlatılmış veya bombe verilmiş hat vardır. Bu büyük oranda
teknenin gövde yapısından kaynaklanır. Buna güvenlikle ilgili kaygılar da
eklenir. Yaralanmalara sebep olmasın diye mümkünse hiçbir şeyin köşeli ve
keskin kenarlı olmamasına özen gösterilir. Bu nedenle bir teknede denizcilere
kadınları ve onların kıvrımlarını hatırlatan çok fazla detay vardır. Bir
İngiliz kısa ve öz olarak şöyle demiş: “Bir
gemi bir erkekten çok daha fazla bir kadına benzer. Tıpkı bir kadın gibi insanı
büyüleyen bir aşk ve istek uyandırır insanın içinde.”
Nasıl bir gemi dişil bir varlık olarak görülüyordu ise bazı
denizci uluslar da denizle bir tür erotik ilişki içerisindeydiler. Uzun yıllar
boyunca dünyanın en önemli şehir devleti olan ve olağanüstü zenginliğini
denizciliğe borçlu olan Venedik “Denizin
Yavuklusu” olarak adlandırılırdı. Çünkü Venedik’ te her yıl ”Spozalizio del Mar” kutlanırdı. Kökenleri 11.Yüzyıla kadar uzanan bu seremonide
Venedik Cumhuriyeti’nin en üst düzey yöneticisi olan doge (Doç) sembolik bir
törenle Adriya Denizi ile evlenir. Her yıl Hz. İsa’nın göğe çıkışının kutlandığı yortuda
doç, Bucentaur
isimli gemisi ile Adriya
denizine yelken açar ve denizin dalgalarına bir evlilik yüzüğü atardı. Bu düğün,
deniz gücü Venedik’in denizle ne kadar yekvücut olduğunu sembolize ederdi.
Ancak bekâretin kaybedildiği ilk seferden geride
bıraktıktan sonra anlardınız ikisinin de gerçek değerini ve her ikisi de
yaşlandıkça daha fazla ihtimam isterdi. Sadece elbiselerle ilgili olarak
gemiler ve kadınlar farklıydılar; gemiler en iyi ve en pahalı yelkenlerini ki
yelkenler gemilerin elbiseleriydi, en kötü havalarda giyerlerdi.
./…
Öyle görünüyor ki bu dönemde sanatçılar ideal kadın tasvirine
kimin ulaşacağı yarışı içindeydiler. O nedenle boğazına kadar bütün düğmeleri
kapalı gömlekler içinde kadınlar görmek mümkün ise çıplak kadınlar görmek de o
kadar mümkündü.
Denizcilerin birçok batıl inancından birine göre teknede
bulunan çıplak bir kadın fırtınanın şahlandırdığı dalgaları sakinleştirebilirdi.
Bu batıl inanç, gemilerin burunlarında vücutlarının üst kısmı çıplak kadın
figürlerinin git gide daha sık görülmesinin belki de en önemli nedeniydi. Her
halükârda denizciler burunda oturup “kadınlarını”
hülyalı bakışlarla seyretmeye bayılırdı. Limana gelindiğinde “kadınlarının”
seyir sırasında dalgalar nedeniyle çabucak aşınan boyasını tamire bir sürü
denizci gönüllü olurdu.
1891’dedenize indirilen İngiliz gemisi Wanderer’in burnundaki hanımefendiye birkaç
denizci âşık bile olmuştu. Bu hanımefendi çok açık ten renkliydi ve soğuk bir
güzelliğe sahipti. Fakat anlaşılan kuzeyden gelen soğuk güzel gemiye pek şans
getirmedi, kaptan ve adamlarından bir kaçı düşen gabya sereni altında kalarak
öldüler. Daha sonra hangarda yangın çıktı, gemi birçok kez kaza geçirdi ve
sadece 16 yıl hizmet verdikten sonra bir fırtınada battı.
Herhalde tüm zamanların en şehvetli gemi burnu heykeli
İsveçli sanatçı Johan Tornstrom tarafından 19. Yüzyılın başlarında
yaratılmıştı. İsveç fırkateyni La Coquette’in
ismiyle müseccel burnundaki heykel iri göğüslerini elleriyle destekleyen bir
orospuyu tasvir ediyordu.
Şimdi ise bir gemi burnu kadınına duyulan adeta bir
takıntı haline gelmiş tutkunun hikâyesi: Bir İtalyan firkateyni tarafından 1866
yılında denizde dalgalara kapılmış yüzerken bulunan bir gemi burnu kadını, La
Spezia denizcilik müzesinde sergilenmektedir. Hanımefendinin sergilendiği
vitrinin hemen yanındaki plakette aslen Atlanta
isminde bir gemiye ait olduğu yazılıdır. Zamanında yapılan araştırmalar Atlanta
isminde birçok geminin varlığını ortaya koymuştu: hangisinin bu Atlanta olduğu
ise tespit edilememişti.
Atlanta Yunan mitolojisinde çobanlar ülkesi Arkadya’dan
gelen iffetli ve güzel bir kral kızıydı. O kadar hızla koşabiliyordu ki Atlanta,
sayıları hiç de az olmayan talipleri ona yetişemiyordu. Ona malup olan taliplerinin
cezası ölümdü. Sonunda bir kralın oğlu olan Hippomes koşu sırasında ayaklarına
altın bir elma atarak onu kazanabilmişti. Atlanta atın elmayı yerden almak için
durunca yarışı kaybetmişti.
Atlanta’nın burdundaki tik ağacından yapılmış hanımefendi
de olağan üstü güzellikteydi. Bir gizem hâkimdi bu kadına hatta belki bir
lanet. Restore edilen hanımefendiye birçok kişi âşık oldu. 1923 yılında genç
müze bekçilerinden biri o derece âşık olmuştu ki ona, saatlerce dudaklarını
öpüyor ve göğüslerini okşuyordu heykelin. Arkadaşları onunla alay ettiler, ta
günün birinde limanda parçalanmış cesedini bulana kadar.
Savaşın sürdüğü 1943 yılında bir Alman askeri figürü gördü.
Bundan sonra tekrar tekrar müzeye gelmeye ve saatlerce gözünü kırpmadan “Atlanta”sını
seyretmeye başladı. Günün birinde heykeli kaldığı yere götürmesine izin
verildi. Kendisini buraya kapatan asker yalnız başına saatler geçiriyordu
Atlanta’yla. 1944 Ekiminde taptığı kadının önünde cesedi bulundu. Kendisini
vurmuştu. Veda mektubunda şunlar yazıyordu: “Beni hiçbir başka kadın hiçbir
zaman senin gibi büyüleyemeyeceği için sana hayatımı veriyorum, Atlanta”
Müze müdürü Prof. Luigi Monti bunun üzerine heykeli
depoya kaldırttı- iki ölü yeterliydi. Artık hiçbir müze ziyaretçisinin onu
görmesine izin verilmeyecekti. Bu karar şiddetli protestolarla karşılandı. Halk
Atlanta’sını tekrar istiyordu ve sonunda hanımefendi tekrar müzedeki yerine
geri döndü. Bugüne kadar başka bir olay da olmadı.
Denizde Günah
Klaus Hympendahl
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder