9 Şubat 2014 Pazar

GEMİLER & KADINLARI

Büyük yelkenliler döneminde gemiler onları kullanan erkekler tarafından hep dişil varlıklar olarak görülmüşlerdi.  Kaptanlar gemilerine “benim kızım” derlerdi ve gemideki herkes bir kadından söz eder gibi konuşurdu onun hakkında. Bu ezelden beri böyle değildi gerçi, ama daha Ortaçağ'ın sonlarından başlayarak teknelere neredeyse sadece kadın adları verildi. Örneğin bilindiği gibi Colombus’un keşif gemilerinin isimleri Nina- Pinta ve Santa Maria’ydı.

Eski Mısırlılar için gemiler şans getiren dişil varlıklardı. Antik Yunan dünyasında da gemilerin isimleri kadın isimleriydi, Yunanlılar gemilerine tanrıçaların isimlerini vermeyi severlerdi, küçük teknelere de yarı tanrıçaların.

Orta Çağda bunların yerini azizlerin isimleri aldı. Ama bunların yanında hayvan isimleri ve mitolojiden alınma adlar da kullanıldı.

Bu gelenek Avrupa’da Protestanlığın gelişimi ile değişime uğradı. Gemilere yine kadın isimleri verilmeye başlandı, kaptan ya da gemi sahibinin karısının veya kızlarının isimleriydi bunlar çoğunlukla. Böylece kadınların gemileri isimlendirerek, tabii ki kendi isimlerini, kızaktan indirmesi geleneği oluştu. 1811 yılında İngiliz Hükümdarı askeri gemilerin 
Kadınlar tarafından isimlendirilip kızaktan indirilmesini mecburi hale getirdi. Hiç kimse bir denizci kadar batıl inanışların esiri olamazdı. Bir geminin isminin değiştirilmesinin uğursuzluk getirdiğine inanırdı denizciler ve bu nedenle “kadınların isminin değişmesini istemezlerdi”.

İngilizcede bir gemiden söz ederken dişil “she” zamiri kullanmak doğaldır. Söz konusu olanın klasik bir yelkenli gemi, bir ticaret gemisi ya da bir yat olması hiçbir şey fark ettirmez. Sadece savaş gemileri eril “he” zamiri ile tanımlanır. (Eskiden man of war, bugün warship). Diğer taraftan Fransızlar için gemileri erildir.  Dönemin büyük yolcu gemilerinden La France  bu şekilde adlandırıldığında  ciddi ciddi kafa yorulmuştu gemiyi Le France şeklinde mi adlandırmak gerekir diye.

Niçin genel olarak gemiler dişil varlıklar olarak görülürler?

Bir gemiye tıpkı bir insan gibi büyüyen, olgunlaşan bir varlık olarak bakılırdı. Herkes geminin tersanede nasıl yavaş yavaş oluştuğuna şahit olurdu. Bir geminin tersanede oluşması için gereken zaman sıklıkla bir bebeğin ana karnında geçirdiği zamana denk gelirdi. Bugün dahi klasik yöntemlerle çalışan gemi yapımcılarını, sanatlarını icra ederken izleme fırsatı bulursanız gemilerin “dişilliğini” çok daha iyi anlayabilirsiniz. Özellikle ahşap gemi yapanlar teknelerinin hatlarına büküm verirler. Büküm, teknenin eğim verilmiş çizgilerinin, örneğin güverte çalımının veya su hattının kusursuz bir kıvrım yapmasıdır. Gemi yapımcısı bu iş için eğip bükebileceği özel büküm lataları ve en uygun kıvrımı sağlayabilmek için büküm ağırlıkları kullanır.

Gemi yapımcısı tekrar tekrar bırakır elindeki işi ve uygun bir mesafeye geri çekilip ona uzaktan bakar, çeşitli açılar ve uzaklıklardan verdiği kıvrımları inceler, sonra değiştirir, ölçer biçer ve neredeyse sevgiyle okşarcasına gezdirir elini o kıvrımların üzerinde.

Belki de kıvrımla oynanan bu oyundur denizcilere bir kadının kıvrımlarını anımsatan. Bir Amerikan yelken dergisinin başyazarı teknelerden bahsederken “kıvrımlar senfonisi” kavramını kullanmıştı.

Evlerin ve diğer yapıların aksine gemilerde çok miktarda yuvarlak, yuvarlatılmış veya bombe verilmiş hat vardır. Bu büyük oranda teknenin gövde yapısından kaynaklanır. Buna güvenlikle ilgili kaygılar da eklenir. Yaralanmalara sebep olmasın diye mümkünse hiçbir şeyin köşeli ve keskin kenarlı olmamasına özen gösterilir. Bu nedenle bir teknede denizcilere kadınları ve onların kıvrımlarını hatırlatan çok fazla detay vardır. Bir İngiliz kısa ve öz olarak şöyle demiş: “Bir gemi bir erkekten çok daha fazla bir kadına benzer. Tıpkı bir kadın gibi insanı büyüleyen bir aşk ve istek uyandırır insanın içinde.”

Nasıl bir gemi dişil bir varlık olarak görülüyordu ise bazı denizci uluslar da denizle bir tür erotik ilişki içerisindeydiler. Uzun yıllar boyunca dünyanın en önemli şehir devleti olan ve olağanüstü zenginliğini denizciliğe borçlu olan Venedik “Denizin Yavuklusu” olarak adlandırılırdı. Çünkü Venedik’ te her yıl ”Spozalizio del Mar” kutlanırdı. Kökenleri 11.Yüzyıla kadar uzanan bu seremonide Venedik Cumhuriyeti’nin en üst düzey yöneticisi olan doge (Doç) sembolik bir törenle Adriya Denizi ile evlenir. Her yıl Hz. İsa’nın göğe çıkışının kutlandığı yortuda doç, Bucentaur isimli gemisi ile  Adriya denizine yelken açar ve denizin dalgalarına bir evlilik yüzüğü atardı. Bu düğün, deniz gücü Venedik’in denizle ne kadar yekvücut olduğunu sembolize ederdi.

 Denizciler yüzyıllar boyunca kadınlarla  gemiler arasında benzer yönler bulmakta zorluk çekmediler. Halk dilinde bu bağın ayrıntılarına girildi tekrar tekrar, ama hep önyargılarla, esprili iğnenemelerle ve yüzeysel karşılaştırmalarla:   Bir kadını donatmak ta bir gemiyi donatmak kadar pahalıydı, her ikisinin de bakımı çok masraflıydı, her ikisini de yönetirken her tüzlü sürprize hazırlıklı olunmalıydı, her ikisi de ağır yüke gelemezdi, çok derinlere batabilirlerdi, her ikisinin de onları yönetecek bir erkeğe ihtiyacı vardı ve etraflarında bir sürü erkek pervane olurdu.

Ancak bekâretin kaybedildiği ilk seferden geride bıraktıktan sonra anlardınız ikisinin de gerçek değerini ve her ikisi de yaşlandıkça daha fazla ihtimam isterdi. Sadece elbiselerle ilgili olarak gemiler ve kadınlar farklıydılar; gemiler en iyi ve en pahalı yelkenlerini ki yelkenler gemilerin elbiseleriydi, en kötü havalarda giyerlerdi. 
./…
 Fakat bir geminin tartışmasız en kadınsı bölümü burnundaki ağaç oyma heykeldir. Yüzyıllar boyunca bu figürler genellikle mitolojik varlıkları sembolize ederdi. Ama erkek karakterlerinde görüldüğü çok olurdu. Ancak 18. Yüzyılın sonuna doğru çoğunlukla kadın tefsirleri yer almaya başladı gemilerin burunlarında ama daha pek çok geminin burnu hâlâ boştu.

Öyle görünüyor ki bu dönemde sanatçılar ideal kadın tasvirine kimin ulaşacağı yarışı içindeydiler. O nedenle boğazına kadar bütün düğmeleri kapalı gömlekler içinde kadınlar görmek mümkün ise çıplak kadınlar görmek de o kadar mümkündü.

Denizcilerin birçok batıl inancından birine göre teknede bulunan çıplak bir kadın fırtınanın şahlandırdığı dalgaları sakinleştirebilirdi. Bu batıl inanç, gemilerin burunlarında vücutlarının üst kısmı çıplak kadın figürlerinin git gide daha sık görülmesinin belki de en önemli nedeniydi. Her halükârda denizciler burunda oturup  “kadınlarını” hülyalı bakışlarla seyretmeye bayılırdı. Limana gelindiğinde “kadınlarının” seyir sırasında dalgalar nedeniyle çabucak aşınan boyasını tamire bir sürü denizci gönüllü olurdu.

1891’dedenize indirilen İngiliz gemisi Wanderer’in burnundaki hanımefendiye birkaç denizci âşık bile olmuştu. Bu hanımefendi çok açık ten renkliydi ve soğuk bir güzelliğe sahipti. Fakat anlaşılan kuzeyden gelen soğuk güzel gemiye pek şans getirmedi, kaptan ve adamlarından bir kaçı düşen gabya sereni altında kalarak öldüler. Daha sonra hangarda yangın çıktı, gemi birçok kez kaza geçirdi ve sadece 16 yıl hizmet verdikten sonra bir fırtınada battı.

Herhalde tüm zamanların en şehvetli gemi burnu heykeli İsveçli sanatçı Johan Tornstrom tarafından 19. Yüzyılın başlarında yaratılmıştı. İsveç fırkateyni La Coquette’in ismiyle müseccel burnundaki heykel iri göğüslerini elleriyle destekleyen bir orospuyu tasvir ediyordu.

Şimdi ise bir gemi burnu kadınına duyulan adeta bir takıntı haline gelmiş tutkunun hikâyesi: Bir İtalyan firkateyni tarafından 1866 yılında denizde dalgalara kapılmış yüzerken bulunan bir gemi burnu kadını, La Spezia denizcilik müzesinde sergilenmektedir. Hanımefendinin sergilendiği vitrinin hemen yanındaki plakette aslen Atlanta isminde bir gemiye ait olduğu yazılıdır. Zamanında yapılan araştırmalar Atlanta isminde birçok geminin varlığını ortaya koymuştu: hangisinin bu Atlanta olduğu ise tespit edilememişti.

Atlanta Yunan mitolojisinde çobanlar ülkesi Arkadya’dan gelen iffetli ve güzel bir kral kızıydı. O kadar hızla koşabiliyordu ki Atlanta, sayıları hiç de az olmayan talipleri ona yetişemiyordu. Ona malup olan taliplerinin cezası ölümdü. Sonunda bir kralın oğlu olan Hippomes koşu sırasında ayaklarına altın bir elma atarak onu kazanabilmişti. Atlanta atın elmayı yerden almak için durunca yarışı kaybetmişti.

Atlanta’nın burdundaki tik ağacından yapılmış hanımefendi de olağan üstü güzellikteydi. Bir gizem hâkimdi bu kadına hatta belki bir lanet. Restore edilen hanımefendiye birçok kişi âşık oldu. 1923 yılında genç müze bekçilerinden biri o derece âşık olmuştu ki ona, saatlerce dudaklarını öpüyor ve göğüslerini okşuyordu heykelin. Arkadaşları onunla alay ettiler, ta günün birinde limanda parçalanmış cesedini bulana kadar.

Savaşın sürdüğü 1943 yılında bir Alman askeri figürü gördü. Bundan sonra tekrar tekrar müzeye gelmeye ve saatlerce gözünü kırpmadan “Atlanta”sını seyretmeye başladı. Günün birinde heykeli kaldığı yere götürmesine izin verildi. Kendisini buraya kapatan asker yalnız başına saatler geçiriyordu Atlanta’yla. 1944 Ekiminde taptığı kadının önünde cesedi bulundu. Kendisini vurmuştu. Veda mektubunda şunlar yazıyordu: “Beni hiçbir başka kadın hiçbir zaman senin gibi büyüleyemeyeceği için sana hayatımı veriyorum, Atlanta”


Müze müdürü Prof. Luigi Monti bunun üzerine heykeli depoya kaldırttı- iki ölü yeterliydi. Artık hiçbir müze ziyaretçisinin onu görmesine izin verilmeyecekti. Bu karar şiddetli protestolarla karşılandı. Halk Atlanta’sını tekrar istiyordu ve sonunda hanımefendi tekrar müzedeki yerine geri döndü. Bugüne kadar başka bir olay da olmadı.

Denizde Günah
Klaus Hympendahl

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder