Çünkü doğa bize, daha az ile yetinme ahlakı ve mutlu olma
hakkı sunar…
Gökova koylarının bağrında, emektar teknem Maviş’in
sıcaklığında, şu kış günlerinin ıssızlığında, orada yaşadığım her gün, her gün
batışı, her gün doğumu ve her gece, her mehtap, sonsuz samanyolu, yazılası bir
öykü kadar güzeldir bütün bunların hepsi…
Karnım acıkır bazen gözlerim dalar, şöyle bol domatesli,
patatesli bir İzmir köfte hayal ederim ve yanında daha soğumamış tap taze bir
köy ekmeği, limonlu zeytinyağlı bir çoban salata… İçimin aç gözlülüğü dürtükler
beni, “hadi bas marşa, yürü git bağlan marinete, fırla git Marmaris’e, ister
İzmir köfteni ye, ister güzel bir İskender, yeşil salata… Cevap vermem o sese,
sadece denize bakarım, attığım bayat ekmek kırıntılarını yiyen Melenur’larımı
seyrederim… Sahilinde denize değen çalılar arasında onları avlayan Balıkçıl’a
ve Balıkçıl’ın üstünde daireler çizen yalnız ve cesur Miho kuşuna bakarım,
Buhur ağaçlarının kokusunu taşıyan rüzgâra uzanırım nefesimle… Denizin bin bir
desenli renklerine imrenirim, içim gider, denizle sevişesim gelir, içimdeki ses
utanır susar…
Yaşama dair beklentilerimizde, kendimizi tevazu ve alçak
gönüllülüğün yerine, arzuların ve hırsların yükselişine bıraktığımızda, sürekli
bir hayal kırıklığı içinde yaşamaya başlarız… Ve dolayısı ile hırslarımız ne
kadar büyük ve ölçüsüz olursa tahammülsüzlük sıkıntısı da o denli büyümeye
devam eder.
Spinoza: “gerçek lüks, kendi hayatını keşfetmek, kendi
kaderini yönetmektir…
Gerçek lüks, doğa ile iletişim, sessizlik ve savrulmaları
olmayan ağır ritimli bir yaşam ve doğanın içinde ve zamanın dışında yaşamak
zevki ve istemli aylaklıktır… İşte bunlar satın alınamayacak bir dolu nadir
ayrıcalıktır…
Spinoza abi denizci miydi bilmem ama çok doğru sözler
söylemiş… Çünkü lüks denince, bunun aracı olarak da akla önce de sonra da para
geliyor… Bence asıl mesele şu ki… Çok para sahibi olmak için kısıtlı yaşam
süremizden hangi bedeli ödemeye hazırız? Eskilerin dediği gibi sahip
olduklarımızın bize sahip olmasını istemiyorsak, harcamalarımızı, tutkularımızı
tatmin etme olanağı verse de, harcamalarımıza hiç durmadan kaynak yaratmak,
olmuyorsa borçlanmak yerine, her fırsatta doğaya koşarak, gerçek manevi tatmini
hayatımızdaki aç ve üzgün ruhumuzdaki yerine koymayı tercih etmeliyiz…
İşte ben ve dostlarım bu yüzden sadece denizlerde yaşıyoruz.
Doğa bize daha az ile yetinme ahlakını sunuyor…
Lüks daireler, Lüks yatlar, çok pahalı otomobiller, vs. vs.
Diğerlerinin gözlerini kamaştırmak, ya da en azından onlarla eşit düzeyde olmak
için kendi seviyemizde olan insanlarla sürekli rekabet ederiz… Kazanç ve lüks
konusunda daha başarılı olanlar karşısında kıskançlıktan kıvranır… Bunun yanı
sıra bizim hayat seviyemizi yakalamayı başaramamış olanları da hor görürüz…
Öte yandan doğa bize daha az ile yetinme ve mutlu olma
ahlakını öğretir…
Düşünür Albert Birot bu konuda tam yerine oturan bir söz
söylemiş “ …hepimiz kendi gücümüzle kendi alışkanlıklarımızın katili haline
gelirsek, işte o zaman gündelik hayatımız dahi bize mucizeler yaratmaya başlaya
bilir!”
Peki, nedir bu alışkanlıklar? Yani çocukluğumuzdan itibaren
bize çakılan alışkanlıklar… Dünyanın baronlarından Ernst von Salomon aynen
şöyle demiş “ Biz halkın mutlu olması için mücadele etmiyoruz. Ona bir kaderi
benimsetmek için mücadele ediyoruz”
Bin yıllar öncesine gidelim, Platon ‘Devlet’ adlı eserinde,
halkı, gönlünü hoş tutmak için, tüylerinin çıktığı yöne doğru okşanması gereken
koca bir hayvana benzetir… Yani insanlık tarihi boyunca değişen hiçbir şey yok,
‘otur’ komutuna itaat eden o büyük çoğunluk için.
Bu gün biliyoruz ki haz ve mutluluklarımız bize sunulan
şeylerde değil, DNA sarmallarımızda kayıtlıdır… Mutlu ve haz dolu bir hayatın
nasıl olması gerektiğine karar vermek bizim önümüze sunulanların ve sunanların
işi değildir… Yaşam ustalarından Drieu La Rochelle bir gün bir toplantıda şöyle
haykırmış “ Yalnızca aşırı uçlarda yaşamak istiyorum, ortalama olan her şey
bana çığlık atma hissi veriyor, tek bir modelin çemberinden kaçmayı
öğrenmeliyiz ”
İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizler ülkesinde
yaşıyoruz, orada Ernst von Salomon gibilerin sesi işitilmez…
Doğa ve deniz, daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu
olarak mutlu olabilme hakkını sunar…
“Neden bebek sayılacak bir yaşta okula gitmek zorundayız?
Öncelikle sessiz durmayı, dakik olmayı ve toplu itaati öğrenmek için” der Kant.
Çocukluktan itibaren ruhumuza kazınan bu düzen alışkanlığı, bizi bir daha asla
terk etmeyecektir… Yaramaz ve hayalci iken, uslu, itaatkâr ve düzenli hale
geliriz”
Ve böylece ne olur? Evet, geleceği hayal etmek çekicidir,
ama sonuçta onu gerçekleştiremeyen ve sadece hayali ile yetinen ve böylece
ömürlerini tüketen itaatkârlar haline yaşarız.
Gündelik hayatı tekrar tekrar yaşamaktan kurtulmak… Kim bir
an olsun böyle bir hayalle mutlu olmamıştır ki?
Andre Breton: “Şimdilik yaşamın ürkütücü ve bezdirici
mutsuzluğuna ve bayağılığına karşı, terör ve savaş dışında bir çare
bulunamamıştır” der… Demek ki Andre abimizin hiçbir zaman o mavi bir dünyadan
haberi olmadı.
Çünkü deniz daha az ile yetinme ahlakı ve bunun sonucu
olarak da mutlu olabilme hakkı sunar…
Mutluluk üzerine yazılan kitapların o kadar yavan olmasına
neden olan şey, genellikle hep aynı mesajı vermeleridir… Efendim
yaşadıklarınızdan memnun olun… Yok efendim sahip olduğunuz hayatı isteyin, onun
kıymetini bilin… Bu kadar yavan bir bilgelik, insanı dünyadaki en güzel
şeylerden mahrum yaşamaktan başka hiçbir işe yaramaz…
Her gün televizyon haberlerinde dünyadaki ve ülkemizdeki
felaketleri seyretmek nedir? Etkisi nedir? Aslında başkalarının yaşadığı
felaketlerden zevk almayız tabi ki, ama hangi felaketlerden kurtulduğumuzu da
görerek, farkına varsak da varmasak da, kendimiz şanslı hissederiz.
İnsanın başına gelebilecek en kötü olay, en kötü şey, bile
bile kendi mutluluğunu ıskalayıp geçip gitmektir… ‘Haz dolu yaşam’ denen
mucizenin yaşamamız gereken bir hayat tarzında olduğuna karar verememek… Ya da
cesaret edemeyerek, bir gün her şeyi beklediğiniz biçimde değiştirecek bir
sürpriz, ya da mucizevi bir gelişmenin olmasını, boşu boşuna beklemektir.
Yani basit bir müsvedde gibi olan yaşamınızın tatsız ve
monoton dengesinin çok geçmeden değişip, istediğiniz biçimde gelişeceğine boşu
boşuna inanıp beklemek… Bu ancak şu demektir, yaşamın bize sunmaya hazır olduğu
gerçek mutluluk ve hazlara karşı, dünyanın ve yaradılışın bize sunduğu
zevklerinden el ayak çekerek, yaşanabilir o güzel hayatı ölüme kadar erteleme
olgusudur...
Tanrıya inanıyor musunuz? Ya da Halikarnas Balıkçısı gibi
yaradılışa inanıyor musunuz? O zaman size sormak isterim… Denizlerdeki,
birbirinden müstesna koylardaki o cennet güzellikler niçin var? Niçin var
edilmiş ya da yaratılmış? Söyler misiniz?
Denizler sadece yaradılışın bize ihsan ettiği güzellikleri
sunmaz… Daha az ile yetinme ahlakı vererek insan olduğumuzu öğretir.
İşte ben ve dostlarım bunun için denizlerde yaşıyoruz…
Hiçbir mabette Tanrının yarattığı güzelliklere ve dolayısı ile Tanrının kendisine
bu kadar yakın olamazsınız.
Daha güzel, daha yaman bir başka tarz hayat her zaman
mümkündür… Monoton bir iş ya da aile ortamında sıkıntı içindeki hangi çocuk,
hangi genç, hangi ergen bir haz titremesi, bir iç çekişle bu çağrıyı
hissetmemiştir ki? Hiç kimse içinde doğup büyüdüğü o bastırılmış koşullara,
sosyal ortama, ailesinin hatta eşinin durağan dünyasına mahkûm değildir.
Bir çitin ardında gördüğü, muhteşem ölçüde baştan çıkarıcı
güzellikte bir köylü kadınının çıldırtan cilveleri karşısında coşan ‘Pecuchet’
“insanı haz ve gerçek mutluluklarla alt üst edici dünyanın varlığı
yaşandığında, yaşam adeta yaradılışın vahiyleriyle devam eder” diyor.
Bir başka yaşam analisti Lewis Carroll’un dediği gibi,
“gizeme ve keşfedilmemişe, her zaman bir açık kapı bırakmak gerekir. Bu durum
oluştuğunda, yaşanacak her şey, her aşk ve her haz, her heyecan, bizi rutin
monotonluğun yarattığı küçülmüşlüğün sıkıcı gücünden kurtaracak, büyülü
güzellikteki kıyılara, koylara taşıyacaktır.” Demek ki Lewis abimiz de denizin
ve koyları muhteşem güzelliğinin farkına varmış.
Ben ve dostlarım işte bunun için artık tamamen denizde ve
teknelerimizde yaşıyoruz… Ama arsızca değil…
Çünkü deniz insana daha az ile yetinme ve mutlu olma ahlakı
sunar.
Hiçliğin sonuna kadar giden insanlar olmayalım… İşte sanırım
çağımızın cehennemi de budur, yavanlık yani, yavan bir hayat… İş hayatı denen o
sürekli çalışma ile geçen gündelik hayatta katlanılan yüzlerce üzüntü ve
gerilim ve aceleciliğin getirdiği körlük, sadece vücut yorgunluğuna değil, bizi
yıpratan ağır bir sinir yorgunluğunun da içine atar… İşin kötüsü bu durumdan
yalnızca dinlenerek kurtulacağımız yanılgısına düştüğümüzdür… Bu yorgunluk,
aslında sadece tek düze yaşamanın getirdiği ağır bir yorgunluktur ve sadece
dinlenerek geçmez, kesinlikle geçmez.
Sadece dinlenirsek, sadece alışkanlıklarımıza tutunursak,
evet bu bize bir nevi emniyette olduğumuz hissi verir, hatta var oluşumuza
sahte bir ritim de verir, ama ruh sağlığımızı vermez, cesaret vermez,
durağanlık durağanlığı doğurur… Ve maalesef toplum dünyasının tamamında
yavanlıktan kurtulmamızı sağlayabilecek şeyler, tamamen ortadan kaldırılmıştır,
yani uyuşturucu televizyondan ve boyalı, ticari, siyasi basından kurtulmamız…
Kalıpların dışına çıkmamanız göze gözükmeyen yasaklarla korunur.
Gerçek haz ve mutluluk kesinlikle şehir yaşamı değildir, haz
ve mutluluk doğa kanunları ile insanın uyuşmasıdır, doğaya ait olduğumuz
bilincini sakın terk etmeyin…
Yaşam analistlerinin mutluluk için söyledikleri an iyi
tespit bence şudur… “…mutluluk olarak adlandırdığımız şey, yüksek ihtiyaç
gerilimi haline gelmiş fiziki ve duygusal ihtiyaçlarımızın, ani bir tatmini ile
ulaştığımız hazdır…
Evet, bence de aynen böyle… Yani mutluluk, mutsuzluğun
yokluğu değildir, mutsuzluk ve üzüntü o zaman zaman hep yanımızda olabilir… Net
mutluluk bizim zekâmıza, cesaretimize bağlı olan bir kabiliyetimizdir…
Ama bütün bunlara rağmen, acı bir son bekler bizi… Bu hazlar
tüm ömrümüzce bizle beraber değildir, yaşımız, yaşlanmamız kendini belli etmeye
başladığında, bedenimiz de bize yavaş yavaş ihanet etmeye başlar…
Rahatsızlıklar her yanımızı kaplamaya ve zevklerimiz gösterdiğimiz tüm
titizliğe ya da kararlılığa hiç gözümüzün yaşına bakmadan, belli bir hızla
bizden uzaklaşmaya başlarlar…
İşte bu yüzden ben ve dostlarım denizde ve teknelerimizde
yaşıyoruz…
Biraz acele edin.
Haldun Sevel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder