4 Ağustos 2014 Pazartesi

BERNARD MOITESSIER- UZUN YOL- NOTLAR

Dahası, üstümüz dün sirrüslerle kaplıydı, bu sabah ise bir sürü alto kümülüsle. Bu işaretler yakında rüzgarın yeniden geleceğini söylüyor.

Horn’u geçerken güney sonbaharına kalmamak için biraz kamçılamak gerekiyor

Atlantik dümen suyunda kaldı. Önümüz Hint Okyanusu. Bu dolaylar İğneler akıntılarının kaldırdığı denizler yüzünden tehlikeli hale gelebiliyor.-Horn’dan bile daha teklikeli- 8 ila 15 metre arası birçok tekne iyi hatırlar: Burnun açıklarında yuvarlanan Atom adlı tekne, bir ponton gibi üstü traşlanmış olarak düzeldi. Awhanne kariyerinin en berbat havasına bu sularda rastladı. Ve Horn’un ne olduğunu anladı. Marco Polo, Eve, Adios, Walk About, Wanda, Marie-Therese II, hatta daha başkaları, Durban ve Port-Elisabeth arasında, bazı yerlerde 5 knot’a varan İğneler akıntısına karşı esen fırtınanın kırılan dalgalarında ya devrildiler ya da ciddi hasara uğradılar. Seyir bilgilerine göre en tehlikeli sektör, İğneler Bankı’nın deniz altında kalan sarp tarafının güney doğusuydu.

Hiçbir sürpriz bize dokunmasın diye, ıskotalar kontraya, yeke rüzgar altına, yelkenler en düşük camadanda…

Hink Okyanusu’nu geçerken tekrar okuduğum Conor O’Brien, eğer yapılan manevra bir işe yaramayacaksa, arada bir tam günlük bir dinlenmeyi tavsiye ediyor.

Monoton olmaksızın günler günleri kovalıyor. Birbirine benzer gibi olsalar da hiç öyle değil. Deniz hayatında özel bir boyut, düş ve basit özgünlükler kazandıran da bu zaten. Deniz, rüzgârlar, rüzgârsızlık, bulutlar, kuşlar, yunuslar. Dinginlik ve evrenle uyumlu yaşamın neşesi.

Hindi çini’deki çocukluğumda Reis derdi ki: “Kaba dalgayı kemerenin iki parmak gerisinde tut ve rüzgârın, pruvaya bakarken hep sol kulağının arkasında hissetmelisin. Ay, ufkun bir büyük bir de küçük karış üstündeyken ya da şu yıldız ayı örten buluttan bir kol boyu ötedeyse, deniz fosforlu ve sakin olur; o zaman adanın rüzgâr altında oluruz”

Akdeniz’de yelken okulunda ders verirken kursiyerlere pusula kullandırmazdım. Porquerolles’den Calvi’ye giderken 11o rotasını tutmak yerine, mürettebatım Mistral’in kaba dalgalarını, kıç tarafın çok az sancak omuzluğundan alarak dümen tutmalıydılar. Geceyse, Kutup Yıldızı, iskele kemerenin bir küçük karış gerisinde tutulmalıydı. Şayet ortada ne kaba dalga, ne de yıldız görünüyorsa, o zaman elde ne varsa onunla yetinilmeliydi. Bana göre bir yelkenlinin içindeyken, ucu mıknatıslı bir iğneye takılıp kalmak, hareket ettiği görünen ve görünmeyen gerçek evrene katılmayı önlediği için öyle istiyordum.

Önceleri, Batı Dünyasının kutsadığı pusulayı neden reddettiğimi anlamıyorlardı. Bu karşılık, zaman içinde tekneyle birlikte gökyüzünden ve denizden bahsedildiğini de duymaya başladılar. Kara, eski denizcilerin gördüğü gibi, ufuktan mavimtırak olarak meydana çıktığında, içlerinden bazıları, modern dünyanın şiddetle kapı dışarı etmeye çalıştığı ilahlara, biraz açık kapı bırakması gerektiğini fark ettiler.

Şimdi de sirrüslerle denizin gürültüsünde, bir fırtına tehtidinin sesini dinliyorum.

Rüzgârlar, atmosferin üst katlarında kuvvetli olduğunda, aynı ısıda olmayan hava katmanlarında önemli yoğunluk farkları oluşur. Bu yüzden yıldızlar, artan kırılmanın ışığı saptırmasından normalden daha çok pırpırlarlar. Dolayısıyla yüksekteki rüzgârın büyük şiddete ulaşması, genellikle her zaman pertürbasyonun yaklaştığına, en azından havanın kararsızlığına işarettir.
Havanın çok güzel olduğu bir gece, bir balıkçı taicong’u (Reis) bana, yıldızların pırıldadıklarında neden rüzgârı haber verdiklerini anlatmıştı. Çünkü yukarıda rüzgar vardı, tıpkı mumun alevine üfler gibi yıldızların zayıf alevine üflüyordu. Bu yüzden yıldızlar sallanıp duruyordu. Rüzgâr ne kadar kuvvetle erse essin onların en aşağıdakilerini bile söndüremediği için kızıyor, denizin üstüne inip hırsını denizden alıyordu.


Hazirana doğru yola çıkan üç kişiden bir tek Knox-Johnstone’nunki tekne gibi tekneydi. Öteki ikisi yüksek enlemlerde yolculuk etmek için fazla nazik, plastikten küçük şeylerdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder