Dahası, üstümüz dün sirrüslerle kaplıydı, bu sabah ise bir
sürü alto kümülüsle. Bu işaretler yakında rüzgarın yeniden geleceğini söylüyor.
Horn’u geçerken güney sonbaharına kalmamak için biraz
kamçılamak gerekiyor
Atlantik dümen suyunda kaldı. Önümüz Hint Okyanusu. Bu
dolaylar İğneler akıntılarının kaldırdığı denizler yüzünden tehlikeli hale
gelebiliyor.-Horn’dan bile daha teklikeli- 8 ila 15 metre arası birçok tekne
iyi hatırlar: Burnun açıklarında yuvarlanan Atom adlı tekne, bir ponton gibi
üstü traşlanmış olarak düzeldi. Awhanne kariyerinin en berbat havasına bu
sularda rastladı. Ve Horn’un ne olduğunu anladı. Marco Polo, Eve, Adios, Walk
About, Wanda, Marie-Therese II, hatta daha başkaları, Durban ve Port-Elisabeth
arasında, bazı yerlerde 5 knot’a varan İğneler akıntısına karşı esen fırtınanın
kırılan dalgalarında ya devrildiler ya da ciddi hasara uğradılar. Seyir
bilgilerine göre en tehlikeli sektör, İğneler Bankı’nın deniz altında kalan
sarp tarafının güney doğusuydu.
Hiçbir sürpriz bize dokunmasın diye, ıskotalar kontraya,
yeke rüzgar altına, yelkenler en düşük camadanda…
Hink Okyanusu’nu geçerken tekrar okuduğum Conor O’Brien,
eğer yapılan manevra bir işe yaramayacaksa, arada bir tam günlük bir dinlenmeyi
tavsiye ediyor.
Monoton olmaksızın günler günleri kovalıyor. Birbirine
benzer gibi olsalar da hiç öyle değil. Deniz hayatında özel bir boyut, düş ve
basit özgünlükler kazandıran da bu zaten. Deniz, rüzgârlar, rüzgârsızlık,
bulutlar, kuşlar, yunuslar. Dinginlik ve evrenle uyumlu yaşamın neşesi.
Hindi çini’deki çocukluğumda Reis derdi ki: “Kaba dalgayı
kemerenin iki parmak gerisinde tut ve rüzgârın, pruvaya bakarken hep sol
kulağının arkasında hissetmelisin. Ay, ufkun bir büyük bir de küçük karış
üstündeyken ya da şu yıldız ayı örten buluttan bir kol boyu ötedeyse, deniz
fosforlu ve sakin olur; o zaman adanın rüzgâr altında oluruz”
Akdeniz’de yelken okulunda ders verirken kursiyerlere pusula
kullandırmazdım. Porquerolles’den Calvi’ye giderken 11o rotasını tutmak yerine,
mürettebatım Mistral’in kaba dalgalarını, kıç tarafın çok az sancak
omuzluğundan alarak dümen tutmalıydılar. Geceyse, Kutup Yıldızı, iskele
kemerenin bir küçük karış gerisinde tutulmalıydı. Şayet ortada ne kaba dalga,
ne de yıldız görünüyorsa, o zaman elde ne varsa onunla yetinilmeliydi. Bana
göre bir yelkenlinin içindeyken, ucu mıknatıslı bir iğneye takılıp kalmak,
hareket ettiği görünen ve görünmeyen gerçek evrene katılmayı önlediği için öyle
istiyordum.
Önceleri, Batı Dünyasının kutsadığı pusulayı neden
reddettiğimi anlamıyorlardı. Bu karşılık, zaman içinde tekneyle birlikte
gökyüzünden ve denizden bahsedildiğini de duymaya başladılar. Kara, eski
denizcilerin gördüğü gibi, ufuktan mavimtırak olarak meydana çıktığında,
içlerinden bazıları, modern dünyanın şiddetle kapı dışarı etmeye çalıştığı
ilahlara, biraz açık kapı bırakması gerektiğini fark ettiler.
Şimdi de sirrüslerle denizin gürültüsünde, bir fırtına
tehtidinin sesini dinliyorum.
Rüzgârlar, atmosferin üst katlarında kuvvetli olduğunda,
aynı ısıda olmayan hava katmanlarında önemli yoğunluk farkları oluşur. Bu
yüzden yıldızlar, artan kırılmanın ışığı saptırmasından normalden daha çok
pırpırlarlar. Dolayısıyla yüksekteki rüzgârın büyük şiddete ulaşması,
genellikle her zaman pertürbasyonun yaklaştığına, en azından havanın
kararsızlığına işarettir.
Havanın çok güzel olduğu bir gece, bir balıkçı taicong’u
(Reis) bana, yıldızların pırıldadıklarında neden rüzgârı haber verdiklerini
anlatmıştı. Çünkü yukarıda rüzgar vardı, tıpkı mumun alevine üfler gibi
yıldızların zayıf alevine üflüyordu. Bu yüzden yıldızlar sallanıp duruyordu. Rüzgâr
ne kadar kuvvetle erse essin onların en aşağıdakilerini bile söndüremediği için
kızıyor, denizin üstüne inip hırsını denizden alıyordu.
Hazirana doğru yola çıkan üç kişiden bir tek Knox-Johnstone’nunki
tekne gibi tekneydi. Öteki ikisi yüksek enlemlerde yolculuk etmek için fazla
nazik, plastikten küçük şeylerdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder