2 Ekim 2014 Perşembe

Cemalettun Paşa taş hapishanenin rutubetli mahzeninde zencure vurulmuş , şimdi de karadaki esaretinin ilk saatlerini geçirirken ; Cemilio çoktan Casa Familia di Capri malikanesine dönmüş, kavdan bir şişe şarap seçmiş ; annesinin aile mandıra işletmesinden gelen ala Mascarpone peynirinden (5)kestiği bir kaç dilimi  ve bir kaç salkım üzümü bir gümüş tepsiye koyarak annesinin dairesine çıkmıştı. Anne oğul  San Marco meydanına bakan balkonda oturmuşlar ; Cemilio gündüz başına gelenleri eğlenceli bir dille annesine aktardıysa da ; kontesin sıkıntılı olduğunu ve onun kendisini pek can kulağıyla dinlemediğini anlamıştı.

Asıl üzücü hadise yaklaşık bir saat sonra olacaktı .Comte di Capri meclisten eve dönüp alt salonda yenen akşam yemeği için üstünü değiştirirken kendisine '' hoşgeldiniz Kont ; gününüz nasıl geçti ? '' diyen eşine : '' Hoş bulduk Kontes, hoşbulduk. Bugün hayatımın en güzel günü...İntikam günü. Sizin de pek iyi hatırlayacağınız o Türk denizcisini ; ne denizcisi canım, korsan bozuntusunu 30 seneden fazla takip ettikten sonra en nihayet bugün elime geçirdim. Zindana attırdım. Yakında mahkemeye çıkacak ve kellesini verecek. Gecikmiş adalet sonunda yerini bulacak...''. Tıslayarak zehrini akıtan kont sırtını dönüp odadan çıkmıştı ki, ileri doğru bir adım atan kontes ağzından yavaşça çıkan bir iki anlaşılmaz sözcük söyledi.Elini kalbinin üzerine götürdü ve olduğu yere yığıldı.
Cemalettun Kaptan Paşa zindanın soğuğu, kokusu ve rutubeti , içine düştüğü durumun vehameti nedeniyle uyuyabilecek durumda değildi. Zihni bir saniye durmuyor ; endişeler, anılar, olaylar, umutsuz kurtuluş planları birbirini kovalıyordu.

Bir ara daldı, içi geçer gibi oldu. Tekrar kendine geldiğinde bir kaç gün evvel gemisinde oturup kitabı üzerinde çalıştığı gece düşündükleri aklına geldi. Hatıraları onu bıraktığı yerden yakaladı...

Evet, en güzel yaşlarında irade-i şahane ve bahariye nezareti emriyle Venediğe gelmiş ; pek gösterişli olan bahriyenin Casa il Navale Turchi adıyla tanınan evine yerleşmiş ; İtalyanca, Venedikçe, Lingua Franca öğrenmeye başlamış ; şehir kütüphanelerindeki tüm elyazması bahriye kitaplarını ve el çizimi bahriye hartalarını okumaya, notlar almaya, çizimleri kopyalamaya başlamıştı. Artık küçük yaşta eline aldığı ilk tahta oyuncak kayığından mı ; Enderunda aldığı kimi mühendislik derslerinden midir bilinmez ; gemi inşaiyesi ve tarihine büyük ilgi duymakta, henüz pek genç olmanın verdiği helecan ve toylukla ; ille yazmak istediği : '' NUH PEYGAMBERDEN GÜNÜMÜZE...BİL'UMUM KITALARIN ve UMMANLARIN İNŞA EYLENMİŞ TÜM GAYIK ve TEĞNELERİN  BOL SURETLİ ANSİKLOPEDYASI '' (6) adlı ( kitabın isminin pek beceriksizce ve okurcuyu cezbetmeyeck tarzda seçilmiş olması tabii ki genç  Cemalettin'in tecrübesizliğindendi. Ama kitap bitseydi tüm dünya denizcileri için bir temel eser olabilecekti ) çalışması için bilgi ve belge toplamaktaydı.

Lakin paşamız kendini salt ilim ve irfan öğrenmeye vakfetmemiş ; aldığı eyi Enderun eğitimi, doğup büyüdüğü payitahtta yaşayan kırkbirbuçuk milletin her türlü hal ve hareketine, adetlerine alışık olması , göz alıcı Osmanlı bahriye kıyafetleri sayesinde , diyelim ki bir parça da şaraba olan düşkünlüğü nedeniyle ; Venedik sosyete ve eğlence dünyasına kolay intibak etmiş, eh ne yalan söyliyelim, epey de hüsnü kabul görmüştü.

İşte bu dönemde önce Marco Polo nam atmasyoncu yazarla ; İstanbulda kalmış olan  hemşiresine fistanlık kumaş, kurdelaa , Çin ipeği almak üzere girdiği bir dükkanda , ilk ve ebedi aşkı Kontes di Marghera - Mascarpone  ile tanışıp, ahbap olmuş, zamanla pek çok bilim ademi ; hartacı, astronom , Devleti Aliyye topraklarında bilinmeyen tiyatoro adlı arsız sahne gösterileri artistleri ve yaşıtı genç Venedikli aristokratla arkadaş olup ;pekala  meyhane meyhane de gezer olmuştu. Oh pek de ala !

Saymakla bitiremeyeceğimiz arkadaşları arasında esrarengiz de bir adem kişi türemişti. Aslen Türk olan ve Devleti Aliyyei Osmaniyye'nin Galatalı Bankerleri adına çalışan bu kişi ilk bakışta kısa da görünse, Frenk'in metro nam cetvelu ile ölçüldüğünde bir metro yetmiş santimden fazla gelir ; zayıf lakin çok sinirli , gergincene , pek yaşını göstermez, kara saçlı bir adamdı. Sık sık Venedik, Cineviz, Marsilya nam Frenk limanlarını dolaşır , bankası adına iş yaptıkları frenklerle muhasebe ve defter kayut mutabakatları yapar idi. Payitahtta  Kocagillerden  İtimad Efendi olarak bilinirse de ; hangi niyetle bilinmez, ol signor Rum elinde kendine Güvelotti di Tantanella ismini almıştır (7).

Aslında salt bu tuhaf misal bile kurmay subaylık eğitimi almış, zeki Cemalettun Efendinin bu kişiden, kendi ümmetinden dahi olsa, uzak durmasına neden olmalıydı. Aaah ama işte gençlik...Beraber içilen içkiler ; yapılan gezintiler, Güvelotti beyin Venediğ limanında bağlı duran '' FARFARA di INFERNO ''  (8)  tantanalı isimli lüks tenezzüh ve yarış kayığıyla katıldıkları müsabakalar genç deniz subayımızın gözünü boyamış, ona güvenmesine ve has dostu diye bilmesine yetmişti.  

Cemalettun Kaptan Paşanın beyninde anılar kopuk kopuk oradan oraya sıçrıyordu. Birden yine tek ve ebedi aşkı  Clara  Contessa di Marghera - Mascarpone'yi düşünmeye başladı. Kontesle her türlü tehlikeye rağmen, yakınlaşmışlar ; birbirlerini sevmişler, sevişmişler, karşılıklı bağlılık yeminleri etmişlerdi. İkisi de kontesin nişanlısı Comte di Capri'nin neler yapabileceğinin pekala farkındaydılar. Genç Cemalettun Efendi elbette bir gün yurduna geri dönmesi gerekeceğini biliyordu. Ama buna daha vakit vardı ; elbette iki gönül bir olunca bir çaresi bulunacaktı.
Her şey birden bire oluverdi. Bir gecede. Hatta bir kaç dakikada...Cemalettun ve dostu Marco Polo yine bir meyhanede bol şarap eşliğinde birbirlerine çeşitli aslı astarı olmayan hikayeler anlatır, şakalaşır ve didişirken ( Cemalettun yine Marco'nun Flemenk ellerinden gelmiş gözlüğünü gözünden çekip almış vermiyor ; beriki de etrafa boş boş bakarak '' Bak hele kolağası efendi , aleyhine üç tek satır yazarım , bir daha cihanda tek bür deniz ademi yüzüne bakmaz senin...'' diye tehditler savuruyordu. Bildiğin denizci geyik muhabbeti yani ey okurcu...Asırlar geçse, değişmez ! Derken paldır küldür meyhanenin ağır tahta kapısı dibine kadar açıldı ; içeri giren üç Türk denizci leventten önde olanı '' Cemalettun Efendi ; sana padişahımız fermanı vardır. Açasın, okuyasın '' deyu ünledi. . Koynundan çıkardığı mühürlü fermanı Cemalettun'a uzattı.

13 Cemaziyelevvel 1354 tarihli ; Sultan efendimizin mührü ve imzasını taşıyan fermanda şunlar yazıyordu :
'' Cemalettun Efendi, irademi okur okumaz eşyanı toplayıp tiz sana bu mektubumu getiren leventlerin teğnesi ile yola çıkasın. Yolda ve denizde bir lahza bile vakit kaybetmeden gece gündüz seyirle Dersaadet'e vasıl olmakla, Haliçde yatmakta olan ince donanmanın komutanlığını devr alacaksın.
Vesselam."
YENİ Devleti Aliyyei Osmaniyye Padişahı
İmza / mühür

Tafsilat isterseniz ; padişahımız efendimiz bir öfke anında Ege ve Akdeniz ince donanması Kaptanpaşasını rüşvet almaktan dolayı idam ettirmiş  ( ki kendisi aslen padişahımızın at bakıcısı idi ) ; yerine gelebilecek olanlardan Rükneddun efendi amiral olmakla birlikte yine aslen sur dışı bostanları umum bahçevanbaşısı ; bir diğer rakibi Seyfullah paşa da padişahımızın potincibaşılığından 5.000 altunla makam satın alarak donanmaya girmiş idi. Başı sıkışan devletlunun son çare olarak Cemalettun Efendiye sarılması hem bahriyemiz , hem devletumuz için hayırlı bir iş olmuştu.

Devlet için eyu olan ; tebası için eyu olmayabilir.

İşte bu emirle sevgilisine, dostlarına ; hiç kimseye veda dahi edemeyen Cemalettun efendi ; evin ortasında taş gibi dikilen 3 leventin ifadesiz bakışları arasında üç parça özel eşyasını, kitaplarını, hartalarını, çizimlerini topladı bir çıkına doldurdu. Usturlab'ını, puslasını, pergel ve cedvelini de koltuğunun altına sıkıştırdı. Kapıdan çıkarken bir zarf ve kağıt aldı ; mintanının cebinden çıkardığı beyaz ipek mendilinin bir ucunu yaktı...Sonra mektubuna başladı :

'' Sevgilim, bir tanem Kontesim. Siz bu mektubumu o güzel ellerinizde tutarken ben padişah efendimizin emriyle denizlerde , millerce uzakta olacağım. Eğer beni sevdiğiniz gerçekse ve kavuşmamızı istiyorsanız ; mektubumun yanındaki mendili o güzel dudaklarınızla bir kez öpünüz ; sonra sinenize bastırınız. Güzel kokunuz sonsuza dek mendilime işleyecektir. Bu mendili Venediğ elçiliği özel ulağıyla bana Dersaadet'e gönderiniz. Haberinizi alır almaz içinde şanınıza layık düğün hediyeleri taşıyan üç parça barca gönderip ; törenle sizi Venediğden aldıracağım. '' 

Aceleyle zarfın üzerine kontesin adını yazar, (ucu yanık ) ipek mendiliyle mektubu içine koyar, dikkatle zarfı yapıştırır. Şimdi iş laf anlamaz görünüşlü leventleri kontesin evinin önünden geçmeye ikna etmektedir. O leventleri bir yana götürmeye çalışırken, üç yağız levent Cemalettun efendiyi limana, kayığa doğru sürüklemektedirler. Bağrış, çağırış, tehdit, yalvarma kar etmezken ; birden uzaktan karanlıkların içinden biri çıkar ; aman...şu talihe bak ; can dostlarından Güvelotti di Tantanella veyahut da diğer ismiyle Kocagillerin İtimad Efendi. Siz dilediğiniz gibi çağırın.
Cemalettun Efendi heyecanla , dört nala kalkmış bir tay gibi hızla konuşur :

'' Dostum, kardeşim İtimad Efendi , has karındaşım Güvelotti Senyor. Ben payitahta dönüyorum. İstirham eder, size yalvarırım ; şu mektubumu ne yapın edin ; Kontes di Marghera - Mascarpone'ye bir salise gecikmeden hemen bu gece iletiniz. Rabbim sizi korusun, tuttuğunuzu altun eylesin. Elveda muhterem...''

Bu kısa karşılaşmadan sora Güvelotti di Tantanella şehir merkezine ; dört denizcimiz de limandaki Osmanlı kayığına doğru uzaklaşırlar. 
Zindanda vakit gece yarısını çoktan geçmişken Cemalettin Kaptan Paşanın aklı yine biraz karışır...Peki ; hadisat böyle gelişmiştir ama ; niye sevdiceği, ciğerparesi Kontes onun mektubuna cevap vermemiş ; mendilini göndermemiştir ? O zalim kontun baskılarına   dayanamayıp, onunla zoraki bir izdivaç mı yapmıştır ? Yoksa...ahh, çürüyen yüreğim ; yoksa beni, biricik Cemilotti Pasha'sını aslında hiç sevmemiş, sadece gönül mü eğlendirmiştir ?

Bahtsız paşamız soğuk zindanda bu düşüncelerle kahrolurken ey okurcu ; maalesef onun bilmediği bir çok şeyi ben bilmekteyim. Bilmem de pek doğal ; ben yazıyorum ya...

Paşamızın tüm hayatını berbat eden olaylar ( bu hadisat 30 yıl önce olmuş, aklımda kaldığı kadar, hatırladığım kadar yazıyorum...Doğru da olmayabilir ) şöyle gelişir. Zaten angarya işlerden, salyalı sümüklü aşk meşk ilişkilerinden pek hazzetmeyen bir kişiliğe sahip olan Güvelotti efendi hem yürür hem kendi kendine söylenir : '' Adam sen de ; şu kitap kurdu Paşa adayı tıfıl oğlanın bana ettiği  işe bak...Yavuklusuna tiz mektup götürecekmişim...Bunun içinde de bir şeyler var yahu, sadece mektup değil. Ne var ki acaba ? Yağmur da bastırıyor, önce şurda Alfredo'nun meyhanesine bi uğrayayım, iki tek atar  ısınırım. Hem belki bir iki tanıdığa rastlarım. Acelen ne be acul Cemalettun efendi ? Çıkışta varır mektubunu kontesin kapısına bırakırım...''

Alfredonun meyhanesinden içeri girip ilerleyen Güvelotti efendi gözü loş ışığa alışamadan, yankılanan gür bir sesle irkilir : '' Signor Güvelotti, masamıza buyurmaz mıydınız prego ? '' Sesin sahibi çirkin, ahlaksız , kötü Kont di Capridir. Senatodan bir kaç asil senatörle masaya oturmuş hem içmekte , hem barbut atmaktadırlar. Güvelotti Beyin aklına derhal Kontla bağlanacak bir kaç yüz bin guldenlik bir kredi anlaşmasının Dersaadetteki patronunun ne kadar hoşuna gideceği, kendisinin ne kadar yükselebileceği, gelir ve akçesinin ne kadar artabileceği gelir. Eline içkisini alıp cebinde olan pek de azımsanmayacak bir miktarla barbut oyununa katılır. Aksi gibi o öğlen taam da eylememiştir, şarap midesini ekşitmekte, hafifçe başını döndürmektedir. Oyun oynar ve Kont'a karşı gerektiğinde hile yaparak, bilinçli kaybederken bir taraftan bir kredi anlaşmasının zeminini hazırlamaktadır. Lakin kont kendini senatörleri ve Güvelotti Beyi ütmeye kaptırmış ; kendisi için hiç bir şey ifade etmeyen lakin masadaki diğer beyler için mütevazi bir servet sayılacak paradan başka bir şey düşünmemektedir. Güvelotti bey bir kaç kadeh ve cebindeki tüm parayı kaybedince ( kayıbın önemi yoktur ; tüm zararı ''müşteri ağırlama ; ikram ve tanıtım giderleri '' kalemine atıp, patronundan yine tahsil edecektir ) şansını bir başka zaman denemesi gerektiğini anlar, kredi işi başka bir bahara kalmıştır.
İzin isteyerek kalkar, kalkarken hafifçe sendeler , paltosunun cebinden bir zarf masanın altına doğru düşer. Hınzır, namussuz Kont zarfın üzerinde hat kalemi, çini mürekkebi ve inci gibi bir yazıyla Kontesin adının yazılı olduğunu görür, şimşek gibi sol ayağını zarfın üzerine basar ; zarfı düşürdüğünün farkında bile olmayan Güvelotti bey kontun gelmişine geçmişine kendi kendine Osmanlıca , Venedigce ve İtalyanca söverek dışarı çıkar. Bir müddet gider ; birden Contessa di Marghera - Mascarpone'nin evinin önüne geldiğini fark eder. '' Ha, ülen şu peynirci hatunun evinin önüne gelmişiz yahu...Bari bizim şapşal oğlanın namesini kapıdan bırakayım...'' der. Elini redingot'unun üst sol, alt sağ, sonra üst sağ , alt sol ceplerine atar. Sonra göğüs cebini yoklar. Orada kendi boş para kesesinden gayri bir şey yoktur.
'' Kanala düşürdük hele galiba enayi oğlanın mektubunu ; he ? '' der , omuz silker.Islıkla yanık bir memleket türküsü tutturarak yağmurlu ve soğuk Venedik gecesinde kaldığı evin yolunu tutar. Kafayı vurup, huzur içinde uyur ve ömrü boyunca bir daha mektubu filan hatırlamaz.

DAHİ DİVAM EDE. BAKALIM DAHA NELER OLA ?

 5 )Kontesin babası ;  aslen  korsan olan dede Comte  di Marghera önce yağma, ganimet ve fidyeden, daha sonra intisap ettiği Venedik donanmasında amirallikle hatırlı sayılır bir servet edinmişti. Düka di Venezya'nın ayaklarının dibine esaslı bir miktar İspanyol altunu dökerek  de asalet ünvanını satın almıştı. Lakin kurnaz bir adam olduğundan yatırım için geniş araziler almış, bir mandıra ve peynirhane kurmuş, ailenin adına ürettikleri peynirden gelen  Mascarpone ismi de ilave edilmişti. Böylelikle 16 yy. ortasından itibaern ailenin ünvanı di Marghera - Mascarpone olmuştur. Bakınız : TÜM ITALYAN ASİLLERİ SOYAĞACI KİTABI : Dr. historicum  Gianfranco Ferre Domani .1992 Roma. III. Baskı.

6 ) Söz konusu pek bir uzunca isimli kitap sadece ( Rabbime şükür ! ) tahta tekneleri içerür idü. Ol tarihlerde demirden kılınç ve zırh yapılır ; gemü edilmez idü. Laylon ve beton henüz bulunmamıştı. Ne mutlu ona ki ; Cemalettun Kaptan Paşamız yaşam döneminde tuhaf malzemelerden imal edilmiş tek bir teğne dahi görmemiştir. 

7 ) Bakınız : Halikarnassoslu Cücü Kaptan Efendi . VENEDİĞ ELLERİNDE GEÇEN GENÇLİĞİM ve dahi HATIRATIM. 127. Sayfa.34. satır  '' O tarihte gece alemlerimize ve teğne gezilerimize katılır bir tuhaf kısaca boylu  Türk adem kişi var idi ki ; kendine Güvelotti di Tantanella ismini vermişti. Artık ne akla hizmetse ? ''

8 ) Farfara di İnferno isminin Osmanlıcadaki tam karşılığını bilemiyoruz. '' Cehennemin tantanası, patırtısı '' anlamına gelmesi muhtemeldir. Yazarın notu
Bundan böyle şort stori'ler  kaleme almak zorunda olduğumuzdan  artık açık  ünvanının tamamını yazamadığımız Cemalettun Paşa'nın San del Ancello mevkiinde ne şekilde baskın yediğiniı ( lakin kendisini ele verenin kim olduğu ileriki bölümlerde açığa çıkacaktır umarız ) ve Venedik Cumhuriyesinin  Yeni Hapishanesinde hücreye atılmak üzere Son Nefes Köprüsü (Ponte dei Sospiri ) veya namı diğer İç Çekişler Köprüsü veya İşkence Köprüsü'ne (2) nasıl getirildiğini tafsilatıyla anlatmıyoruz.

Ol sabah Contessa di Marghera - Mascarpone büyük bir iç sıkıntısıyla uyanmıştır. Hiç bir zaman sevemediği eşi Venedik Cumhuriyyesi İdare Konseyi Başganı hain Comte di Capri sabah apar topar evden fırlamış, acelesiyle ilgili de tek kelime etmemiştir. Kontes köşklerinin verandasında kız kardeşleri, nedimeleri ve arkadaşlarıyla oturup söyleşirken dahi içinde hep bir felakete şahit olacakmış gibi bir his vardır. Güzel ve narin yüreği pır pır etmektedir.

Artık yetişmiş ; babası o  ince uzun, sıska ve esmer , karga burunlu Capri kontuna hiç benzemeyen, kahverengi saçlı, renkli gözlü , yapılı orta boylu biricik oğlu Cemilio gezinmek üzere dışarı çıkmadan annesinin yanına gelmiş, yanağından öpmüş ve şakalaşmış ise de, Kontesin efkarını dağıtamamıştır.

Cemilio'nun   ismi elbette dikkatli okuyucunun merakını mucip olmuştur.

Baş ağrıtmak pahasına bunu okurcuya açıklamak zorundayız. Günümüzden tam tamına 30 sene, 3 ay, 21 gün evvel bir sabaha karşı dünyaya gelmiş oğluna isim konulacağı zaman kontes kendisine eşi Kont, kayınvalidesi ve Başpiskopos tarafından önerilen cem'an 10 ismin tamamını reddetmiş, oğlumun adı Cemilio olacak ! diye tutturmuştur. '' Muhterem Kontes hazretleri ; dilimizde böyle bir isim yok. Carlo, Camillo, Casimiro var ; Emilio var ama Cemilio yok ? Kimse koymamış ki...'' diyen tüm aklı selim sahibi Venedik ileri gelenlerine inatla '' Ben koydum ; oldu ! '' demiş, diyebilmiştir. (3) Muazzam bir kadınmış, vesselam !

Cemalettun Kaptan Paşa bir manga kılınçlı ve kargılı Venedikli askerin gözetiminde itiş kakış ve niçebin eziyetle Son Nefes Köprüsüne doğru sürüklenirken ; Cemilio bir parça hava almak için çok sevdiği ahşap teknesiyle ( Cemilio bir türlü yerel ve yöresel kayıkları sevememiş, o kuzguni karga karası gondol kayığı yerine, hayalindeki bir kayığı artık Afrika kıtasından mı ; Hind ellerinden mi geldiği bilinmez pahalı ve ender ağaçlarla, en iyi Venedikli ustalara inşa ettirmiştir ) bir gezinti yapmayı düşünmüş ; yanına da hiç ayrılmadığı, dişili - erkekli tam yarım düzine birbirinden şirin, altın tüylü, sarkık kulaklı Cocker Spaniel (4) köpeklerini almıştır. Denize asla bu can dostlarını almadan çıkmazmış.

Belli bir hedefi olmadan şu kanaldan bu kanala doğru dümen tutan Cemilio hiç fark etmeden Son Nefes Köprüsünün altına gelmiş olduğunu fark eder. Köprü üstünde bir ahali kalabalığı görünmekte ; kızgın bağırışlar duyulmaktadır. Köprüye biraz daha yaklaştığında askerlerin önlerinde kafası sarıklı, ayağı şalvarlı , sakallı yaşlı bir tuhaf ademi sürüklediklerini ; aylak ahalinin de peşlerinden gelerek nümayiş yaptıklarını anlar.

Cemilio tam o pırıl pırıl parlayan aristokrat kayığı ve yarım düzine cins köpeği ile köprünün orta penceresinin hizasına geldiğinde ; bu yaşlı yabancı ihtiyar mahkum da taş köprünün üzerinde aynı noktaya varmıştır. Birden sert bir hareketle durur, kendisini dürtmeye çalışan en yakın askeri iteler ; başını aşağıya çevirip ; çakmak çakmak gözlerle kendi dilinde ( aslında Venedik dilini unutmamıştır ama gururundan konuşmaz ) Cemilio'ya höykürür :

'' - O nasıl bir gayık eyy Venedig sapkını, şaşkını ...? Güverte çalımı yanlış düşmüş. Eni ile boyu mütenasip değil. Hiç Rum ellerine seyahat etmedin mi ; Helen dilinde triandil sözcüğünü duymadın mı bre gafil ? Üçe bir. Üçe bir demek triandil. Teknenin eni bir birim olacak, boyu üüüçç ! 40 yıldır tüm Akdenüz çanağında hem dil-i Osmaniyeyle, hemi de Lingua Franca ilen bunu her ademe haykırıyoruz ; dilimizde tüy bitti anlayanı beri gele !

Gayuğun bezirini de yanlış çalmışsınız üzerine...Her kattan sonra fazlasını âlâ Mısır bamuklu beziyle silecektiniz, fazlasını alacaktınız, kurumasını bekleyecektiniz...Bu ne böyle akide şekeri gibi olmuş gayuk ? ''

Cemalettun Kaptan Paşa esirliğini unutmuş ; ince donanmaya hükmettiği günlerdeki gururu ve şiddetiyle bağırmaya devam etmektedir :

'' Hem o köpeklerinin hali nicedir ? Bak soldan üçüncünün bir gözü akmış. Silsene onu ipek fularınlan. Sağ baştaki dişi küpeğin bu sabah tımarı eyi edilmemiş ; tüyleri parlamıyor. Niye tam arkandaki yavrucuğun dasması o kadar sıkı vurulmuş ? Boğulacak evladım...Bilmiyorsaz niye beslersiz ? Günahtır, yazıktır, zulümdür !''

Bu sırada üç beş asker toparlanır, Paşamızı ite kaka zindana doğru sürüklerler.

Hiç tanımadığı, tuhaf lisanının bir kelimesini anlamadığı, üstelik hal ve hiddetinden güzel şeyler söylemediğini kestirdiği bu yaşlı, tutsak esir yine de Cemilio'nun üzerinde garip bir etki yaratmıştır. Nasıl dese ; sanki her şeye rağmen adamın dediklerini anladı ? Anlamadıysa da hissetti. Kılığı kıyafeti buna benzer bir takım doğulu tüccarları önünden sık geçtiği Palace di Turchi denilen handa gördüğünü hatırladı...Ama bu adam kimdi ? Hiç görmemiş, hiç karşılaşmamış olduklarından adı kadar eminken ; adamda kendisini hem de çok derinden çeken, etkileyen, tanıdık gelen bir şeyler vardı.

Akşam yemeğinden önce verandada oturup bir kadeh bir şeyler içip üzüm yerken bugün başına gelen bu tuhaf tesadüfü annesi Kontes'e de anlatmayı düşündü...Validesinin canı sıkkın görünüyordu sabah. Belki bu tuhaf hikaye onun ilgisini çekip, keyfini getirir, bir nebze gülümsetirdi.


YINE DEVAM EDER INŞALLAH. GELECEK BÖLÜME : Cemalettun Paşamızı ihbar eden , Venedikliye satan kim idu ?

2)  O da neymiş diyen dikkatsiz okuyucuya not : Lütfen Hüsnü Helvacıoğlu korsanın Kaçak Kat Yayınevi yayınlarından : Venedik ve Ahlar köprüsü adlı eserini tekrar okuyunuz ).
3) Bakınız Dilbilimci Antonio Cesare Corrado'nun '' Ender Rastlanan Venedik ve Havalisi Kadın ve Erkek İsimleri Sözlüğü ''

4 ) Bu küpecikler Büyük Britanya yetiştirmesi diye bilinmelerine rağmen, çok daha önce Venedikte yetiştirilmiş, iki asır sonra kimi yavrular İngilizlerce çalınarak, adada da üretilmiştir. Bknz : Lord Nelson : İtalya Sefer Anılarım kitabı . Yazarın Notu.
Biz bunları yazmışken Sevgili Âli devamını getirmiş......


İstanbul Yeni Boğaz cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası Molla-ı Kebiri '' Huysuz Ehtiyar '' lakabıyla maruf Cemalettun Paşa YENİ Devletu Aliyye-i Osmaniyye padişahunun gizli bir mektubunu frenk küffarına iletmek üzere özel bir görevle geldiği Benefşe burnunda  metruk San der Ancello kilisesi önünde 6 kulaç suda demirde (1) yatmaktadır. Görevi dikkat çekmemeyi gerektirdiğinden bir küçük barça ve yanında güvenulur bir avuç Leventle yola çıkmıştır.

YENİ Devletu Aliyye-i Osmaniyye bahriyesine '' ince donanma komutanı '' olarak hizmet etmeye başlayalu tamı tamına 31 sene, 6 ay , 19 gün ve 21 saat olmuştur. Bu süre içinde sayısız deniz cenklerine ( ;??^+%% ) katılmış ve Rabbimin izniyle hepsinden muzaffer çıkmış, padişahımızın ve İslam aleminin yüzünü güldürmüş bulunan Paşa artık yorgundur. Emeklu olup, Sarıyer hevalisinde bir küçük, ama elbette kayıkhaneli ; yalıcık alıp ; bundan böyle sadece  “Tarihimizde Bağzı Deniz Yazarları ve İşe yaramaz Düşünceleri” adlı risalesini temam etmek ve şüphesiz beş kıtanın efendisi sultanımıza sunmak istemektedir. Helbette Cemalettun Paşanın adını beyan ettiğimiz risalesi edebiyyen Piri Reis nam ünlü denizcinin Kitab-ı Bahriyye adlı eserinden kat be kat üstün olacaktır.

Yağ kandilinin ışığında önünde ala parşömen kağıtları , hokka ve dividiyle risalesi üzerinde çalışan '' Huysuz Ehtiyar '' Cemalettun Paşanın gözleri dalar...
Bahriyede ; Nazırlıklarda ve Bab-ı Ali katında , hatta Tophane denizci kahvelerinde bile kendisine huysuz ehtiyar dendiğini bilmektedir.

Az evvel yediği sübye dolması ve üzerine afiyetle içtiği (şekersiz ) Türk kahvesi nedeniyle olsa gerek , hafifçe geğirir, bir '' estaaağfurullaah...'' çeker , elinden mors dişinden yapılma kalemini usulca bırakır ve konuşur gibi düşünceler dalar...

'' ...Aaah, ah. Bilirler mi ki ; ben de bir zaman genç idum ; kanım kaynardı ; herkeslerle ahbapluk ederdim. Enderunda tahsilimi ikmal ederken kendi gayretimle Galatada Cinevizlilerden Cinevizce ; Tophanedeki kilisenin erbabından Frenkçe öğrenmiş idim. Enderundaki hocalardan Aynarozlu Yusuf Paşanın rahlesinde, - bi epey değnek yiyerek - ;   kadim lisanlardan (H)Elenceyi bu halkın pek zaman önce bağrından çıkardığı ünlü muharrirlerin tragödya'larını dahi aslından okuyacak kadar ikmal etmiştim.

İş bu gayret ve başarılarım hem bahriye nezaretindeki amirlerimin dikkatini çekmiş ; hemi de zat-ı şahanemiz padişahımızın kulağına gitmiş olmalı ki ; bir gün bir emir geldi : '' - Cemalettun Efendi dirhal hazırlığını yapa ; bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere Venedik Cumhuriyesine yola çıka. Tüm mesarifi bahriye nezareti kesesinden ödene. Vesselam ''.

Aaah...Benim Venedik maceram işte böyle başladı. Elbette her şeyin en iyisini bilen Rabbimdir amma velakin ; keşkü kaderim beni Venediğe değil de, Anadolunun en ücra sahilinde veya bir ağaç bitmez, kul yaşamaz adaya karakol kumandanı yapsaydı...Bugün hüznüm böyyük, kalbim kırık ise hep o  vaytsea adlı ummana batası Venedik şehri yüzünden...Gerçi üç beş ada, beş on meydan , kırk elli köprü, yüzlerce kanal, zengin ve soyluların evleri köşklerinden ibaret ; sularında burun ve kıçları kitara sapına benzer o tuhaf karga karası kayıkların ve her daim terennüm iden kürekçilerinin şehrinin ne günahı olacak ? Beni bu hale koyan hep ilk ve ebedi aşkım, gönlümün tek sahibesi, Contessa di Marghera - Mascarpone'ye müteveccih tarifi mümkinsiz, derun aşkım...

Onunla ne helecanlı, muhabbetlu günlerim saatlerim oldu.

Venedik Cumhuriyesinde pek çok ahpap da edinmuş idim. Marco Polo nam bir uçarı genç vardı mesela...Şöyle kısa boylu ; tıknaz. Hatta şişman. Kafasında hep komik, buruşuk bir serpuşla dolaşırdı. Gözlerinde Flemenk ustalarının yaptığı camdan pertavsızlar. Onları alsan ; bu bi şey seçemez ; göremez idi. Çeşutlu Frenk dilleri bilir ; ilim ve fenden anlar idi. Sanırım esaslı biçimde riyaziye ilmi tahsil etmişse de , aklı fikri yazmakta, yazdıklarını yayınlamakta ; çok ademe bu yolla ulaşıp ; sevgi çemberi kurma peşindeydi. Benim gördüğüm Venedik merkez mahalleden ( kafir centro storico der ) üç evlek mesafedeki Lido ve Pellestrina nam adacıklardan başka uzak ellere gitmemiş olmasına rağmen bir '' Çin-i Maçin '' seyyahatnamesi yazmış , lafı uzatabilmek ; karilerini helecanlandırabilmek, yüreklerine korku salabilmek için bu hayali seyahatinde görmüş olduğunu iddia eddiği tepegöz devleri , ağzından alev saçan ejderleri, kendi kendune alev alıp yanan geniş toprahları , Çin Emparatorunun tam tamına 3472 ayak boyundaki dev gemusunu sekiz kolundan sadece ikisiyle Çin denuzunun 1000 kadem derinliklerine çeken ; Sultan Ahmed Camii'mzin tam 7 misli büyüklüğünde ahtapot ve deniz canlılarını ; işte bu minval türlü tuhaflık ve palavrayı hikaye eder idu.

Sonradan Venedik keferesi bunun ne uydurukçu olduğunu anladı. O güne kadar satabilmiş olduğu hepi topu 17 adet ceylan derisi ciltli el yazması kitabını önüne yığdılar. '' Ya bunları yersin ; ya kelleni verirsin '' dediler. İşte tam o an ben olaya dahil oldum, bir gece küçük bir gayuk ilen bunu Anadoluya kaçırttım. Halikarnassus nam , kal'asıyla maruf bir sahil kasabasına çıkmış, namını Halikarnaslı Cücü Efendi Kaptan olarak değiştirmiş ; az buçuk kırık dökük bir Türkçe öğrenmiş...Huylu huyundan vaz geçmez demişler a ; imdi bizim illerde yazar-çizermiş...Dönüşte o limanda bir mola versem, görsem şu keratayı...Tıpkı gençliğimizdeki gibi kafasından serpuşunu, gözünden pertavsızlarını çeksem ; vermesem.''

İstanbul Yeni Boğaz  cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası Molla-ı Kebiri Cemalettun Paşa bunları düşünürken, gemisi hafifçe sallanır. Dışarıdan önce boğuk sesler duyulur. Derken ses ve gürültü artar. Gemideki bir kaç leventin Allah ALLAH ! nidaları, kılınç şakırtıları duyulur. Cemalettun Paşa ağrıyan dizleri ( onca sene denizlerde geçen hayat Paşamızın ağır romatizma hastası olmasına neden olmuştur ) ve sızlayan eklemleriyle , son 13 yıl, 7 ay ve 3 gündür artık eline almadığı ve nereye koyduğunu unuttuğu kılncını ararken kapı kırılır...İçeri bir düzine Venedik askeri dolar ; Paşayı dert dest edup, gözlerini bağlayıp meçhule giden bir geminin ambarına kilitlerler.

(1) Cemalettun Paşanın kaç metro demir zenciri koyverdiğini bilemiyoruz. O dönemde zincirlerin renkli kablo tutucularıyla işaretlenmesi henüz icad olmamıştı. Bu buluşu çok sonraları büyük Türk denizcisi Halikarnassoslu Cücü Efendi Kaptana borçluyuz.


DEVAM EDECEK İNŞALLAH 

BU BÖLÜM YEDİ ÖLÜMCÜL GÜNAHTAN BİRİ OLAN KISKANÇLIK & HASETİ ANLATIR.

Zamanımızdan altmış yıl kadar önce Kostantıniyye bahrı sathında yolcu taşımakla mükellef, o zamanın adları ile yolcu vapurları, dolmuş motorları ve arabalı vapurlar ile deniz otpisleri (otobüs de olabilir) Yeni Cumhuriyetimizin Caponlara, Hunlulara inşa ettirdiği devasa köprülerin sayesinde seferlerden men edildiler. Bosphorus nâm eski boğazdan da âli cenap Devletimizin himmeti ile sadece geçiş parası ödeyemeyecek kadar fakir devletlerin küçük ticaret gemilerine izin veriliyor. Diğerleri Yeni Boğaz’ı kullanıp Devletimize hem çil çil geçiş rüsumu ödüyor hem de duacı oluyorlar. Hamdolsun !

Pek yakın tarihte köprülerin de bir anlamı kalmayacak. Görüyorsunuz, seyyar mobiller günümüzde “piloşöfer” dâhil sekiz kişi taşır halde semalarımızı doldurmaya başladılar bile. Yakın tarihte de hâklimiz devasa metruçaklar ile o yakadan bu yakaya seyyahat edecekler.

Bütün bunları zaten bilen hâkimize neden anlatıyorum? Var tabii bir hikmeti!

Yine son 15 yıldır Yeni Cumhuriyetimizin bilâ kaydı şart maddi ve manevi desteğine mazhar olmuş “zeman makinesi” bilim adamlarımız, birokratlarımız, hukukçularımız, tüccarlarımız, ulemamız,  hariciyemiz mensuplarının insanüstü çabaları ile artık, beşere tanıtma safhasına ermek üzere.  Hal bu minvalde iken, tabii, toplumumuzda itikadı sağlam, sözü sohbeti dinlenir, hâlkımizin ağzının içine bakıp “Bu gün ne hikmet yumurtlayacak?” diyerek bekleştiği bazi zevatı da davet edip bu “çağın makinası” ile zeman yolculuklarına çıkartıyorlar. Bendeniz fakiri de eksik olmasınlar davet ettiler. Tabii bu davete heman icabette kusur etmedim.

Tesadüf eseri bilimci âdemler, içine girip maroken koltuğa oturup, elime de letafet bir şerbet tutuşturup sakinlememden sonra, bu makinenin devasa zaman çarkının kolum kadar ibresini 2014 senesinin Eylul ayına sabitlemişler. Bulunduğum madeni fıçının içine seda borusu ile bildirdiler.  Tahayyül ediniz bir! Zamanımızdan tam tamına yüz yıl öncesine! Ne büyük bir macera!
Bir zeman geçtikten sonra oturduğum rahat maroken koltuğun tabanı açılıverdi ve ben kendimi hooop ve cuppalak sesleri arasında bir sahil kenarına düşmüş buldum. Etraf  leş gibi lağım, çürük meyva, zebze, leş kokuyor.

Önce dizlerimin üzerine sonra da neticeme oturup etrafıma, kendime baktım. Bilim ne kadar ilerledi! Hamdolsun! Esvaplarım cebimdeki akçeler, ayağımdaki yemeniler, başımdaki serpuş bile ziyaretine geldiğim yıla ait.
Ayaklandım ve yürümeye başladım. Helecandan susamışım, az da bitkinim. Sağım solum mahşer yeri gibi. Âdemler, nisalar oradan oraya acele acele seyirtip duruyorlar. Her yandan artık bizim nadiren duyduğumuz siren sesleri, küfür kıyamet gırla. Sanırsın bütün cemaat Sûr borusunu üflemiş de cennete yer kapmaya hamle etmişler.  Dirsek atanlar, önündekinin topuğuna basanlar, çelme takanlar, itiş kakış bir şeylere binmeye çalışanlar, diğer kapılarda küfür kıyamet inmeye çabalayanlar… Vel hâsıl bir garip dünya.

Az ileride, içeride genç âdemlerin birer monitör başında kendi dünyalarına dalmış ne yaptıkları belirsiz bir izbe var. Toparlanıp gittim. Kapıdan girdim. Anlaşabilmemiz zor oldu. İçerdekiler benimle “Uzaydam nı düştün Beybaa?” diye maytap geçti. Terbiyesizler! İlkeller! Sonunda imana gelip elime bir işe renkli, gazlı mayi verdiler bir de monitörün başında bir sandalye. Avucumda uzattığım akçelerin de hepsini aldılar. Haydut kılıklılar!
Benden önceki müşteri her şeyi açık bırakıp gitmiş. Gözüm takıldı tabi. Merak işte!  Eski Türkçeyi maşallah iyi kıraat edip öğrendim zamanında. Okumaya başladım.

Ve tabii neye uğradığımı şaşırdım. Bir müellif,  benim kendi zemanımda kaleme aldığım “Tarihimizde Bağzı Deniz Yazarları ve İşe yaramaz Düşünceleri” adlı risalemden alıntılar yaparak nâmımı ve adresemi bile eksik bırakmayarak bir hayali kahvehane sayfalarına derc etmiş. Hopalaaa! Nasıl olur? Yoksa ? Yoksa onlarda da zeman maşinası var mıydı?

Gazlı, renkli maiyi yudumlarken deruni düşüncelere daldım. Hem de gururlandım tabii. Öyle midir, böyle midir, yoksa şöyle midir derken sağ elim bir düzeneğe değince sayfa monitörde aşağı akmaya başladı ve durdu.

Amanin! Âdemoğlu her devirde aynıdır. Çiğ süt emmiştir. Bu bahsi geçen kahvehane müdavimlerin ikisi benim risaleyi kahvehane duvarına koyan müellifin tatlı canına kast etmişler. Sebep ise akıllara seza! Ney miş? Birinin müthiş fikirleri varmış amma yazma yeteneği yok muş. Diğerinin ise yazma yeteneği alülüalâ imiş. İş birliği idüp zavallı, saf müellifin karşısına devv bir ortak romanla çıkıp garibi bu tatlı dünyadan silecekler miş. Aman Allahım. Ben nasıl bir dünyaya düştüm?
Üstelik iki hempadan iyi yazanı “ O huysuz ehtiyarın katli vaciptir” Diye de aççık seçik yazmış. Vah zavallı. Katledecekler garibi.


Burada müsafirim. Az zeman sonra beni tekrar 2114’e alacaklar ne yapabilirim diye hezeyanlar içinde düşünür, elim ayağım birbirine dolaşmış, beyn kıvrımlarım düz birer çizgi haline gelmişken kendimi ansızın yine içine bindirildiğim madeni fıçının içinde, maroken koltukta otururken buluverdim. Elimde öte yanda akçe ödeyip aldığım boşalmış renkli, gazlı mayi şişesi ile birlikte.

Demem o ki, okuyucu, haset ve kıskançlık yedi ölümcül günahtan biridir. Sen, sen ol, bu günaha bulaşma. Öte yanda amel defterin dürülürken meleklerin iskeleden mi sancaktan mı verecekleri ebedi hayatına yön verecek.

2115 İstanbul Yeni Boğaz cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası
Molla-ı Kebiri


Bir zeman seyahatnamesinden çıkarılacak ulvi dersler

GÜNÜMÜZDEN 100 (Yazı ile yüz) sene sonra…



(Eski türk dilinden tercüme)

Engin bilgi, dedikoduyu vakıf Vak’anuis Halikarnassos Kısa Menzil Kaptan-ı derya Tombul Yanak Bey, Silsilet-ül Havadis nam 59 ciltli devasa kitabında - ömrü vefa etseydi  149 cilt olacağını söylüyormuş-  Eski Türkiye Cumhuriyeti’nin,  yaşadığı tarihler arasında bütün reislerini, bütün sefinelerini, bütün bahri hikâye ve dişe dokunur/dokunmaz olaylarını, kimin kiminle fakir palamut, kimin kimin ile zengin Hazar havyarı yediğini, kimin kör, kimin topal olduğunu vü kendi sefer-i muazzamalarını tek tek en ince teferruatına kadar baldan datlı bir üslüb-u nefis ile anlatmış, günümüzde pek az kalan akl-ı evvel derya düşkünlerini irşat  etmektedir.

Her ne kadar yine kaptan-ı derya olan vü olmayan başka zevat, misalen “Arz-ı İstion” muharrirlerinden ser bulut Gözü Camlı Kostantınıyyeli Şakacı lakaplı Âlicenap Bey ve benzerleri de dönemi anlatmışlarsa da Tombul Yanak Bey mertebesine dedikodu bâbında erişememişler, süre-i hayatları boyunca sadece el değil ayak parmaklarının tırnaklarını da yemekten iflahları kesilmiş, defalarca ameliyat masasını ziyaret etmişlerdir.

Zamanımızda aklını ve servetinin bir bölüm altununu deryaya savurmaya namzet bu cemiyet kaçkını, bu, kendi deyişleri ile hürriyet aşığı, Devlete vergi, rüsum vermekten kaçan ve sadece yeli kullanmak isteyen bozguncu taifesi, aralarında şer âb, arak ve bilumum beyn dumuru yaratan maii düşkünü de olan güruh hayatta kalan birkaç mütercime avuç avuç altun, gümüş ve fıçı fıçı neft ödemek suretiyle, işte bu tarihin tozlu raflarında saklanan eski dilden bilumum kitabı okuyarak hususi tarih-i bahrimizi eşelemektedirler.

Gafil ve garipler! Öğrenseniz, irşat olsanız neye yarayacak?  Dolgularla gölcük kadar kalan Maramara(!), Egeiou ve Vaytsi’de deniz dudağında, Alaiye falezlerinde, Halikarnassos dağlarında daşlarında, Hopa’dan İskendorun’a uzanan sahil seyir yolunda yükselen devasa “site” dediğimiz kal’alardan denize ulaşmak mümkün müdür? Bir tek doğal ağaç dalını kınnapla bağlayacak sahil mi vardır? Denize, deryaya duyulan aşk ile hürriyet tutkusuymuş. Sevsinler!

Bütün bu zırvalıklar yetmezmiş gibi, bu zevat-ı nâ şerif, üstüne üstlük bir de çağımız ultra moderen tekniklerini reddederek illa da odundan mamul sefineleri, kıçı kırık sandalları arşa çıkartıyorlar kitaplarında, en çok da buna katıla katıla gülüyorum. Binlerce yıl bir adım ileri gidememiş, durduğu yerde otlamış, âdem gücü ile inşa edilmiş, âdem gücü ile yürüyen meşe, karaağaç, ihlâmur, atkestanesi – adı üstünde, kime ne yararı olabilir ki- mezarlık kara selvisi gibi adını bile unuttuğumuz nebatattan tekne yapmayı ululuyorlar. Neymiş? Denize daha çok yakışıp daha konforlu, daha denizci imişler. Peeeh!

Hele bir de bu müellifler içinde “Ağzı bozuk” nâm, mütekait  “Huysuz Ehtiyar Cemalettün Bey var ki, sanki deruni(!) araştırmaları, tercümeleri o tarihlerde bile el tersi ile itilip okunmazken, eşşek inadı ile bu nebattan yapılma odun nev'ilerini fırsatını düşürdüğü her mecrada anlatmış da anlatmış. Neredeyse âteş bulunmazdan öncesi, Nuh Peygamber zamanına kadar işi uzatıp- neye yarar ise?- arzın dört bir yanında fi tarihinde kullanılmış bu eski üskü şeyleri resimlerle felan döktürmüş de döktürmüş.

 Diyesi ki “ Nasıl camiler, kervansaraylar, ulu binalar tarihi mirasımız olarak addediliyorsa eski dönemlerde kullanılmış nebattatan mamul deniz sefineleri de öyle kabul edilmeli, tıpkısı benzerleri inşa edilerek gelecek nesillere de bırakılmalıdır”  Vah zavallı, aklını peynir ekmekle yemiş rind. Eskiye rağbet olsaydı bir pazarına nûr yağardı!

Vel hâsılı kelâm, artık çoktan değişmiş ve devasa gelişmiş Yeni Cumhuriyeti’mizde ameli ve ruhi ve felsefi karşılığı olmayan, sadece en az bir kilometre uzaktan seyredilip genel olarak da netice dönülerek koyun, kuzu, tavuk kanadı naam edilen, bazen şarkılara, türkülere meze olan deniz ve özellikle de yelken mevhumu ebede kadar unutulmuştur. Hele bildiğimiz odundan mamul olanlar!

Bahr, sadece başta neft, sonra maden cevheri ile ticari emtia taşıyan ve sadece Beylere, Paşalara servetlerine servet katıp Devletimizi daha nurlu ufuklara taşıyacak bir su kütlesidir. Ötesini araştırmak, yukarıda sözü geçen müellifleri okuyup, okuyup, haves etmek, hürriyet naraları atmak sade ve sadece bir ruhi hezeyan, tedaviye muhtaç bir illettir. Zinhar maltup da değildir.

2115 İstanbul Yeni Boğaz cenup ağzı Sümbül Moru Kal’ası
Molla-ı Kebiri

“Tarihimizde Bağzı Deniz Yazarları ve İşe yaramaz Düşünceleri” Risalesinden

17 Eylül 2014 Çarşamba

YANIM YÖREM BİZİM DENİZ.

Sevgili arkadaşım Feridun ŞAŞAL emek verip değerli ve de faydalı bir çalışma yapmış. İzmir'in kuzeyi ve güneyinin deniz haritaları renkli fotokopi ile çoğaltıp, tekne içine girip dev haritalarla uğraşmak yerine havuzlukta el altında olacak şekilde formatlamış.


Diyesi ki : " Benim gibi, harita ile seyir yapmaya alışkın olanların faydalanabileceğini düşünerek Pusula vektörlerini de yerleştirdiğim portolonları sayfama yükledim, isteyen denizci arkadaşlarım bunları indirip renkli yazıcıyla kendilerine basit ve sert havalarda kokpitte büyük haritaları açmadan, kolaylıkla seyir yapabilecekleri bir kitapçık haline getirip kullanabilirler. Ben bunları sudan etkilenmeyen şeffaf sunum dosyalarına sırasıyla yerleştirdim, içeriden alıp açmak, sayfaları çevirmek çok rahat.


Aynı yerden defalarca geçsek bile hafıza yanıltabiliyor, çabucak, açıp göz ucuyla bakmak, tereddütleri kaldırıyor. Her ne kadar ölçekli olsa da bu portolonların, normal seyir planlarına ek olarak, pratik, kolaylaştırıcı, yardımcı materyal olarak kullanılmasını tavsiye ederim."

Ben de yanım- yörem- bizim deniz ile ilgili olanlar, bir başka deyişle IONIA'nın dolaşacağı bölgeyi burada paylaşmayı istedim. 













Erdem Yılmaz Kardeşe teşekkürlerimle....  1764 tarihli SIĞACIK limanı .